Doğu Batı Sınırının Değişkenliği

europerap

YÜKSEL KANAR

Haritalarda yer alan bir kıta olarak Avrupa’nın, bu kıta adını hak edip etmediğini bir tarafa bırakalım, kendisi için belirlediği maddî sınırlarını çizmek gerçekten zordur. Bundan daha zoru ise, tarihsel ve söylemsel anlamdaki Doğu-Batı sınırlarının belirlenmesidir. Zaten sürekli değişen bu oynak durum, tarih boyunca Avrupalının bizzat kendisi için de hep sorun oluşturmuştur. Avrupalı, çeşitli dönemlerde ve değişen anlayışları doğrultusunda Doğu sınırını bazen geriye doğru çekmiş, bazen da ileriye doğru uzatmıştır.

Hentsch, yüzyıllara dayanan Doğu-Batı karşıtlığının sınırlara dayalı bölünme çizgisinin hiç durmamacasına yeniden ortaya çıktığını ve hep varolduğunu belirtir. Avrupa düşüncesi bir efsaneyle başlamıştır. Bu, büyük bir olasılıkla Samî dokusu üzerine dokunmuş bir Yunan efsanesidir: Zeus tarafından aldatılıp kaçırılan tanrıça Europa, kendisini baştan çıkaran tanrının çocuğunu doğurmak için, yaşadığı Asya topraklarından, hayvan sırtında Girit adasına uçurulur. Kaçırılışından bir gece önce rüyasında iki toprağın, Asya toprağı ile karşıdaki toprakların kendisi uğruna çekiştiğini görmüştür. “Bu olayda Batı’nın kökleri ve kimliği konusunda beslediği ideolojiyi alabildiğine doyuracak kadar malzeme yatmaktadır: İlk büyük uygarlıkların beşiği Asya’dan gelen ve birçokları arasından seçilen Europa, aniden ve çok hoş bir biçimde, gelecekteki soyunu değiştiren ve çok büyük bir role yazgıla-yan Zeus tarafından döllenebilmek için doğduğu topraklardan koparılmıştır. Herhalde, hem Asya soy zincirini hem de Yunanistan’ın özel konumunu bir temele oturtmak amacıyla yaratılan bu Europa öyküsü kendilerini Helen soyundan sayan kavimlerce benimsenmiştir. Horatius çok sonraları, ‘Yerkürenin bir parçası senin adını alacak’ diyecektir. (…) Bu efsane önce Asya ile Yunanistan, daha sonra da Yunanistan ile Avrupa arasındaki zorunlu bağlantının kurulmasını sağlamıştır. Ama ilkinde bu bağ basit bir geçiş biçiminde gerçekleşirken, Yunanistan ile Avrupa arasında ortak bir kökene dayalı, kalıcı bir ilişki söz konusudur”[1].

Nitekim Ege’nin doğu kıyısının Asya olarak kabul edildiği ve haritaların bu şekilde çizildiği bugünkü anlayışla bakıldığında, Truva savaşı tarihteki ilk Doğu-Batı çatışması olarak görülebilir; fakat Yunanistan ile Avrupa arasındaki ilişki dolayısıyla mitolojideki Truva yabancı değil, Yunanistan’a karşı olamayacak kadar Helen mirasına dâhildir. Bu yüzden ilk Doğu-Batı çatışmasının ondan sonraki Med savaşları olması daha mantıklıdır. Çünkü Persler barbardır, yani Yunanlı değildir. Buna göre, “Med savaşlarını Avrupa ile Asya arasındaki binyıllık amansız kavganın ilk vuruşu ve simgesi haline getirmek ve Yunan zaferlerinde ‘Batı’daki akıl ve özgürlüğün Doğu’nun maddeciliği ve despotizmine galip gelişini’ alkışlamak için daha fazlasına gerek yoktur”[2]. Hentsch, 1943’te André Siegfried’in “Büyük Yunan uygarlığı döneminde dünyanın ağırlık merkezi, dar bir Asya bağlantısıyla, Doğu Akdeniz’de bulunuyordu; ama Batı daha o tarihte Doğu’dan farklıydı ve Yunan kültürü bugün de anladığımız anlamda Batılıydı” dediğini, Grousset’nin de kategorik olmada ondan aşağı kalmadığını, Avrupa ile Asya arasındaki manevî ve politik sınırı Akdeniz’in doğu kıyısına yerleştirdiğini belirtir[3]. Grousset’ye göre, Avrupa ruhunun ilk kez kendi bilincine varması M. Ö. 5. yüzyılda Yunanistan’da gerçekleşmiş ve bu ruh, sekiz yüzyıl boyunca Asyalıların karşısına dikilmiştir.

Bu tür düşüncelerin, Avrupa ruhunun âdeta M. Ö. 5. yüzyıldan günümüze kadar Akdeniz’in doğusunda ve batısında hiçbir kesintiye uğramadan yayıldığı ve bu denizi kendine malettiği gibi bir duygu oluşturduğunu belirten Hentsch, haklı olarak “neden eski Yunanlılar’ı Avrupalı saymak gerekiyor?” diye sorar. Çünkü o dönemde tarihsel kavram olarak Avrupa diye bir şey henüz yoktur ve bu Yunanlılar için tamamen coğrafî bir kavramdır. Herodot’un Avrupa’sı, Rus düzlüklerini kapsayan Skythia’dan güçlükle ayırt edilebilen kuzeyde bir bölgedir ve Yunanistan bunun içinde değildir. Herodot’tan bir kuşak genç olan Hippokrates Avrupa’yı, sert ve tarıma elverişsiz bir iklim olarak tanıtmıştır. Burada yaşayanlar da vahşi yapılı, yabanî ve öfkelidir. Yunanlılar bu tabloda da yer almaz. Aristoteles ise, Yunanlıları, beceri ve beyin güçleri kıt Avrupalılarla, cesaret ve iradeleri eksik Asyalılar arasına yerleşmiş mükemmel sentez olarak tanımlar. Dolayısıyla o da kendilerini Avrupalı saymaz. Bu gerçeğe rağmen, örneği Grousset, Aristoteles’in öğrencisi olan İskender sayesinde “Avrupa sınırlarının bir çırpıda bütün bir ön Asya’yı yutarak, hızla Semerkant’ın ve Lahor’un ötelerine, ta Orta Asya kapılarına taşındığını” belirtir. Üstelik burada bir de suçlama vardır: Büyük İskender ve ondan sonra gelenler Yunan ruhuna aykırı davranarak “Doğu ruhunun Helen dünyasına sızmasına” neden olmuşlardır. İskender Avrupa’yı çok uzaklara sürüklemiş ve onu Asya kütlesinin içinde eritmiştir[4]. Burada Yunanlıların olmadıkları bir özellikle donatıldıklarını ve bu özelliğe uymadıkları için de suçlandıklarını görüyoruz.

Bu suçlama, Avrupa’yı Asya kütlesi içinde erimekten kurtaran Roma’nın savunulması için bir kapı aralamaya imkân sağlar. Bayrak, İskender’in Avrupa’yı bitirmesine ramak kala, kurtarıcı bir güç olarak Roma tarafından devralınmıştır. Roma İmparatorluğu ile birlikte Batı’nın merkezi artık Akdeniz’dir. “Doğu ise olması gereken yerde durup durmaktadır: dışarıda, bizim denizimizin, Mare nostrum’un güney ve doğu kıyılarının ötesinde, Batı’nın Akdeniz’in birliğine ilişkin hayalini bugün bile zihnimizden atmış değiliz; ve o zamandan beri bu hayalin maruz kaldığı binbir çatlak, Roma’nın bizlere özlemini bıraktığı politik birlik görüntüsünü bozup durmaktadır”[5].

Romalıların, Akdeniz’in iki havzası arasındaki farklılıkları giderme çabalarına ve bunda önemli ölçüde başarılı olmalarına rağmen, Antikçağ’da Doğu havzası ekonomik ve kültürel alanda Batı havzasına karşı üstünlüğünü hep korumuştur. İmparatorluğun ikiye bölünmesinden sonra bu üstünlük daha da artmıştır. Constantinus’un imparatorluğun idarî birliğini kendi otoritesi altında toplayarak devletinin merkezini Konstantinopolis adını alan Bizans’ta kurması, kimi tarihçilerce Doğu Roma İmparatorluğu’nun gerçek başlangıcını belirlemiştir. Doğu’ya kayışın, daha önce Yunan klasizminin saflığını bulandırdığı şeklinde yorumlandığını görmüştük. Bu kez de Roma erdemlerinin sarsılmazlığına gölge düşürdüğü şeklinde bir yoruma yol açmıştır. Hentsch, buna örnek olarak Edward Gibbon’un şu ifadelerini verir: “Romalılar’ın iktidara sahip olma gerçeğinden hoşnut bilgece gururları, gösterişli biçimleri ve törenlerini Doğu’nun kibirine bırakmıştı; ama eski özgürlüklerinden kaynaklanan erdemlerin izi bile kalmaz hale gelince, hal ve tavırlarındaki sadelik hiç fark edilmeden yok oldu ve Romalılar Asyalı saray dalkavuklarının şatafatlı yapmacıklığını taklit edecek kadar alçaldılar”[6].

Böylece Doğu Roma, ya da diğer adıyla Bizans ile Batı Roma arasındaki karşıtlık, ortada vazgeçilmez hangi Roma erdemi kaldığı açıklanmaksızın, birincisi aleyhine verilen hükümle açık bir biçimde sahneye çıkarılır. Artık Bizanslılar, Roma ve hatta Yunanistan’ın adlarını kötülükleriyle lekeledikleri için aşağılanmaktan başka bir şeyi hak etmezler. Gibbon gibi Avrupalı tarihçilerin bu yorumu, “Akdeniz birliğinin dağılması ve Roma uygarlığının doğuya kayması karşısında kapıldıkları düş kırıklığının bir ifadesidir”[7]. Çünkü bu ikili olgu, onların, kendilerini içine yerleştirmekten hoşlandıkları Yunan-Latin antikçağının devamı oldukları düşüncesini zedelemektedir. Bu düş kırıklığına dayalı yorumların bizi ilgilendiren kısmı şimdilik Doğu sınırının Bizans nüfuzu altındaki bölgeye, yani aşağı yukarı İtalya’ya kadar geri çekilmesidir. Bunda, daha sonra İstanbul’un Türkler tarafından fethedilmesinin ve bu topraklarda yüzyıllar boyu sürecek Osmanlı egemenliğinin kurulmasının etkisini de unutmamak gerekir.

Hodgson, coğrafya konusundaki çarpıtmanın arkasından, Batılı dünya tarihi tasavvuru hakkında da aynı şeylerin söylenebileceğini göstermiştir. “Burada da kullanmak üzere kendimiz için kabul ettiğimiz terimler çarpıtmayı beslemektedir”. Batı’nın tarihsel dünya tasavvurunda geleneksel hikâyenin nasıl aktığı biliniyor: “Tarih ‘doğu’da başlamıştır: Mezopotamya ve Mısır’da (fakat Orta Çağ Batı yazarlarının söylemiş olduğu gibi cennette, daha Doğu’da değil); daha sonra meşale ardışık biçimde Grek ve Roma’ya ve son olarak da Orta Çağ ve modern hayatın inkişaf ettiği kuzeybatı Avrupa Hıristiyanlarına teslim edilmiştir. Orta Çağ boyunca esas itibariyle Batı’ya ait olan bilim meşalesini Batı teslim almaya ve daha ileriye taşımaya hazır olana değin, İslam’ın onu geçici süreyle tutmasına izin verilmiştir”[8]. İslâm’ın tarih içine bu geçici girişine karşılık Hindistan, Çin ve Japonya gibi eski medeniyetler ise, Batı Avrupa’ya daha az katkıda bulunmaları nedeniyle tarihin ana damarından tecrit edilmişlerdir. Tarihin akış yönü, uygarlaşalı beri bütün Batı-Avrupa’yı ve bu zamandan önce de güneydoğuya kadar uzanan bölgeler içinden seçilmiş dönemleri içine alır: “Roma İmparatorluğu dönemine kadar Yunan tarihi” ve “Greklerin tarih sahnesine çıkışına kadar Yakın Doğu”. Roma İmparatorluğu zamanında Bizans “Doğu” kabul edilir, Greklerin ortaya çıkışından sonra ise Yakın Doğu, yani İslâm devreden çıkarılır. “Tarihin ‘ana akış istikameti’, geleneksel imgesi içinde Merovenjlerin Karanlık Çağlarındaki kuzeybatı Avrupa’yı kaplar –her ne kadar o dönemde Bizanslılar ve Müslümanların (Hintliler ve Çinlilerin de) çok daha medeni olduklarını herkes biliyorsa da. Tarihin ‘ana akış istikameti’ kabaca bizim en yakın tarihi cetlerimizden ibarettir”[9].

Hodgson, tarihin ana akış yönünün bütün bölgelerinin “Batı” ile özdeşleştirilmesinin altını özellikle çizer. Antikçağ Yunanistan’ı “Batılı” olarak kabul edilirken, aynı coğrafya Bizans döneminde “Doğu” içinde değerlendirilir. Dikkat edileceği üzere burada bir zaman sapması söz konusudur. Tarihsel zamandiziminde daha sonra yer alan Roma İmparatorluğu döneminde Bizans Doğu kabul edilerek kendinden önceki Yunan tarihi devre dışı bırakılmıştır. Ancak daha sonra Batılılarca Yunan düşüncesinin kendilerine kök seçilmesiyle birlikte daha geriye, Bizans’tan da önceye dönüş yapılmış ve eskiden Doğu kabul edilen aynı coğrafya bundan sonra Batı’ya dâhil edilmiştir. Gerçekten de Roma İmparatorluğu döneminde Avrupalılar Bizans’ı Batı olarak kabul etmiyor, Bizanslılar da kendilerini Romaioi,yani Romalılar olarak adlandırıyor ve imparatorluklarını, eski Roma İmparatorluğunun batı bölümünün uğradığı felâketlerden Tanrı’nın lûtfuyla kurtulmuş olan antik Helen-Roma dünyasının doğu bölümü olarak görüyorlardı[10].

 

[1] Thierry Hentsch, Hayali Doğu, s. 23-24

[2] Age., s. 25

[3] Bkz. age., s. 25

[4] Bkz. age., s. 29

[5] Age., s. 30

[6] Age., s. 32

[7] Age., s. 33

[8] Hodgson, Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek., s. 35-36

[9] Age., s. 36

[10] Bkz. Donald M. Nicol, Bizans’ın Son Yüzyılları, s. 1

 

(Yüksel Kanar, BATI’NIN DOĞU’SU, s. 170-176)

İki Kutuplu Dünya Anlayışı

yüksel kanar 2

YÜKSEL KANAR

Birçok araştırmacı, toplum ve uygarlıkların daha iyi anlaşılmalarını sağlayan ve bu anlamda hiç kimsenin itiraz edemeyeceği doğal farklılıkların ortaya konulması yerine, vardığı noktanın Asya’nın giderek daha aşağı görülmesi olan Avrupa ve Asya arasındaki karşıtlığa dayalı düşüncenin kökenlerini, Avrupa tarihinin erken dönemlerine kadar götürürler. Jack Goody, Asyalıların barbarca bir ihtişam ve despotik bir otorite ile birlikte anılmalarının nedenini Yunanlılarla Persler arasındaki mücadeleye bağlar. 

Aristoteles Politika adlı eserinde, Doğuluları köleliğe daha uygun insanlar olarak tasvir etmiştir. Ona göre “bütün barbarlar”, Asyalılar da dâhil olmak üzere, Yunanlılardan, ya da Avrupalılardan daha aşağılıktır. Ortaçağ Hıristiyan ve Avrupa kimliği tarafından güçlenen bu düşünceler giderek daha da pekiştirilmiş, Aristoteles’in izinde giden Montesquieu (1689–1755) de bunu –sözünü ettiğimiz karşıtlık içerisinde- Avrupa’nın “özgürlük için olağanüstü yeteneği” ile Asya’nın “köleliğe yatkın ruhu”nu karşılaştırmaya kadar götürmüştür[1].

Hippokrates’in, iklimin insanların kişilikleri üzerine etkilerini incelediği Havalar, Sular ve Yerleradlı eserinden yararlanan Aristoteles, Politika’da önce çeşitli krallıkları incelediği bir bölümde, Yunanlı olmayan krallıklarda görülen egemenlik türünden söz ederken, bunların eski tiranlarla aynı ve onlardan eksiksiz bir güce sahip olan monarşilerini ele alır. “Barbarlar, doğal kişilikleri gereği, Yunanlılardan (ve Asyalılar, Avrupalılardan) daha köle ruhlu oldukları için, bu despotça yönetime gık demeden boyun eğerler”[2] der. Daha sonra da, bütün dünyanın ırksal bölünmelerine göz attığı bir bölümde şunları dile getirir: “Soğuk bölgelerde yaşayan ırklar ve Avrupa’dakiler cesaret ve tutkuyla doludurlar, fakat beceri ve beyin güçleri biraz kıttır; bundan ötürü, genellikle bağımsız kalabilmelerine karşın, siyasal birlikleri ve başkalarına egemen olma yetenekleri yoktur. Öte yandan, Asyalı ırkların hem beyinleri hem de becerileri vardır, ama cesaret ve iradeleri eksiktir; bu nedenle, hep köleleştirilir ve uyruk olarak kalırlar. Coğrafyaca orta bir durumda bulunan Helen ırkı ise her ikisinden de bir ölçüde pay almıştır. Dolayısıyle, en iyi siyasal kurumlara sahip olmak özgürlüğünü sürdürüyor ve tek bir anayasa altında birleşse, bütün öteki ülkelere egemen olabilecek yetenekte”[3].

Görüldüğü gibi Aristoteles, Helen dünyasını merkeze yerleştirerek onun doğusunu ve batısını neredeyse eşit derecede birtakım yeteneklerden yoksun gösteriyor. Avrupalılar beceri ve beyin gücünden, Asyalılarsa cesaret ve iradeden yoksundurlar. İkisinin ortasında yer alan Helen ırkı, bunların olumlu özelliklerini (ama nedense olumsuzlarını değil) almıştır. Montesquieu de aynı şekilde iklimin insan kişiliği üzerindeki etkisini öne çıkarır. Ancak o, bu kez üçlü bir karşılaştırma yerine, Avrupa’yı merkeze alarak ikili bir karşılaştırmaya gider ve Aristoteles’in düşüncelerini, içinde Avrupalılar konusunda da olumsuz yargılar barındıran görüşlerden temizleyerek, katıksız bir Doğu-Batı karşıtlığı düzeyinde ve elbette üstünlüğü Avrupalılara vererek savunur.

Doğu hakkında edinilen bilgideki artışın Asya ve Avrupa arasındaki farka ilişkin bu yaygın önyargılı kanıyı değiştirmesi beklenirken, tam aksi gerçekleşti ve “İngiltere’de Sanayi Devrimi’nin yaşanmasıyla birlikte bu siyasal karşıtlık, klasik iktisatçıların ellerinde ekonomik bir karşıtlığa dönüştü. Bu iktisatçıların görüşleri, Adam Smith’in, kitlelerin yoksulluğunu ekonominin artan nüfusa ayak uyduramamasına bağlayan Ulusların Zenginliği adlı kitabına kadar dayanır. Bu konu daha önce, aşırı nüfus artışını sıcak iklimlere dayandıran Montes-quieu’yü de meşgul etmiştir; Çin, doğal özgürlüğü ihmal edip bunun yerine ticareti denetleyen yapay düzenlemeleri yeğleyen durağan bir rejime sahipti”[4]. Goody, Karl Marx’ın da klasik iktisatçılardan etkilenerek, “sulamaya dayalı tarımla uğraşan itaatkâr köylü halkın despotça yönetildiği, ‘durağan Asyalı devlet’ kurgusunu benimseyen kimi yazarları ve rağbet gören kimi yaklaşımları” takip ettiğini söylüyor. Bu Asya tipi yaşam tarzına göre “Asyalı devletler birtakım derin nedenlerden dolayı ilkel toplumlardan feodalizme, daha sonra kapitalizme ve en sonunda sosyalizme varan gelişim sırasını izleyememişlerdi. Marx’ın gelişime dayalı aşamalar üzerine kurduğu bu tasarısı, Avrupa deneyimine dayanan yaygın bazı öngörülerin somutlaştırılmasıydı. Bu somutlaştırma durgun ‘Doğulu’ (stagnant ‘oriental’) toplum biçimlerine sahip Asya’yı şemanın dışında bıraktı; yani ‘Asya’yı istisnalaştırma’ yoluna başvurdu”[5].

Görüldüğü gibi bu karşıtlık hemen her alanda karşımıza çıkıyor. Bu belirgin tavır dolayısıyla Hentsch de Doğu’nun, bir kavram olarak “Batı’nın tam karşıtı” olarak kurulduğunu ve sınırlarının belirsizliğini vurgular: “… dünyanın geri kalan her yerini, yani Batı’nın kendisi ya da kendisinin doğrudan uzantısı saymadığı her şeyi içine alabilir. Ama, eğer Doğu bizim için ötekiliğin en mükemmel ifadesi haline gelmişse, bu ötekilik (vahşi yaşam kavramı dışında) hemen her zaman Asya’ya ve büyük Asya uygarlıklarına mal edildiği içindir… Orada pek çok Doğu vardır ve her birinin Avrupa için taşıdığı önem farklı farklı olmuştur”[6].

Avrupa’nın ekonomik ve politik çıkarlarına göre adlandırdığı kendi dışındaki dünyanın ortak adı olan Doğu, böylece kendi içinde daha da inceltilerek önem derecelerine göre “yakın”, “orta” ve “uzak” gibi farklı parçalara ayrılır:

1492’de Christopher Colombus Amerika’ya (Batı’ya) yolcu­luğa çıktığında, amacı Hindistan’a (Doğu’ya) varmaktı. Bugün ise, Hindistan veya Çin coğrafî olarak A.B.D.’nin Batısında yeralmalarına rağmen, dünyanın Doğusunda kabul ediliyorlar. Bu ülkelerin böyle konumlanışı bize “dünyanın” neresi olduğunu sor­durtuyor. Bir başka örnek olarak, günlük dile, temel bilimsel disip­linlere ve medyaya yerleşmiş, doğal kabul ederek hiç sorgulamadı­ğımız, ama gerçekte oldukça garip “coğrafi” bölge adları gösterile­bilir: “Orta” Doğu, “uzak” Doğu… Bir an soluk alıp, “neye göre orta?” “neredenuzak?” gibi soruları sorduğumuzda bu kategorilerin bir yeri merkez aldıklarınıhissedebiliyoruz.

Bu oldukça garip bölümlemeler ve mesafelendirmeler Doğu’yu basitçe başka bir yer ya da kültür değil, Batı’dan radikal olarak farklı, hem daha az uygar hem de gizemli, egzotik ve fantastik bir mekân olarak kurmaktadır[7].

Hentsch, Batı’nın bu etnikmerkezci kategorileştirmesine karşı çıktığı ve bu adlandırmayı kasıtlı ve yanlış bulduğu için, Hayali Doğu adlı kitabının konusu olan Yakın ve Orta Doğu’yu belirtmek üzere “Akdenizli Doğu” deyimini kullanmayı tercih ediyor. Franco Cardini, tarih alanındaki “Doğu” kavramının coğrafyadaki eşanlamlısı olan “Asya” kelimesinin de aynı Avrupamerkezciliğin bir ürünü olduğunun altını çiziyor: “(…) aslında ‘Batı Asya’, ‘Orta Asya’ ve ‘Doğu Asya’ terimleri aynı derecede Avrupa merkezlidir; zira kıta kavramı Batı’nın kültü­rel geleneklerinin bir ürünüdür”[8].

Böylece açıkça görüldüğü üzere “Batı, Doğu ya da başka mekânların hiçbiri basitçe reel coğrafî mekânlar değil, tarihsel ve söylemsel kurgulardır. Elbette bunlar, gerçekliğin ayrılmaz bir parçası olan, ve basitçe rasyonalist bir bi­lince varma yoluyla yıkılamayacak, kurumsallaşmış, maddileşmiş kur­gulardır. Batı’yı merkezleyen bu “dünya” kurgusunun buluşumu, el­bette Batı ile dünyanın gerisi arasındaki ekonomik ve siyasal güç ilişkilerine bağlıdır. Yalnız burada modern kapitalist Batı uygarlığı­nın özgül bir özelliğine dikkat etmek gerekir. Batı’nın öteki top­lumlar hakkında ürettiği bilgiler, belli bir iktidar veya güç (ekono­mik, siyasal) olmaksızın gerçekleştirile-mezse, ve önemli bir ölçüde bu güç ilişkilerini ifade ediyorlarsa, aynı zamanda, Batı’nın sahip olduğu bu güç de bilgi üretiminden ayırtedilemez. İşte Batı denilen kültürel/ekono-mik/siyasal oluşumu “modern” kılan özelliğin bu bilgi-güç ilişkisine dayanan bir yönetme mantığı olduğunu söyleye­biliriz. Hem akademik hem de günlük dilde ürettiğimiz Batılı ve Doğulu nosyonları işte böyle bir gücün, yani basitçe hakim olmakla kalmayıp “otorite” kuran, toplumsal bir gücün işleyişinin sonuçla­rıdır”[9].

(Y. Kanar, Batı’nın Doğu’su, s. 158–162)

[1] Bkz. Jack Goody, Batıdaki Doğu, s. 13 (Dost Kit. 2002)

[2] Aristoteles, Politika, Kitap III, Bölüm 14

[3] Age., Kitap VII, Bölüm 7

[4] Jack Goody, age., s. 14

[5] Age., s. 14

[6] Thierry Hentsch, Hayalî Doğu, s. 9 (Metis, 1996)

[7] Keyman-Mutman-Yeğenoğlu, Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark, s. 7–8 (İletişim, 1999)

[8] Franco Cardini, Avrupa ve İslam, s. 2 (Literatür, 2002)

[9] Keyman-Mutman-Yeğenoğlu, age.,  s. 10

 

Avrupa Aldatmacası

batının doğusu

Yüksel Kanar

Bizi hep büyülü, ulaşılması imkansız bir Avrupa aldatmacası ile yetiştirdiler. Gerçek Avrupa ise bambaşka.

AVRUPA BİR KITA MI?

Tıpkı “Doğu” ve “Batı” gibi Avrupa da, aslında gerçekliği olmayan, burada oturanların kendilerini dünyanın geri kalan kısmından ayırmak için icat ettikleri ve ayrıcalıklı bir statü kazandırdıkları yapay bir kıtadır. Çoğu zaman alışkanlıklarımız bizi, bugün öyle görünen birçok şeyin sanki yaratılıştan beri öyleymiş gibi olduğuna inanmaya götürür. Roberts, düşüncelerimizin kesin gözüyle bakılan şeyler tarafından belirlendiğini, oysa gerçeğin daha farklı olduğunu söyler. Sonradan oluşturduğumuz düşünce alışkanlıkları dolayısıyla günümüzdeki kıta belirlemelerinin de ezelden beri öyle olduğunu kabul ederiz. Gerçek ise farklıdır: “(Yirminci) yüzyıl başında Asya’da yaşayan milyonlarca insanın Avrupa’dan gelmiş olanlar dışında pek azı yaşadıkları kıtayı ‘Asya’ olarak düşünüyordu. ‘Asya’ sözcüğüne tekabül eden bir varlık olduğu düşüncesi Avrupa’ya aitti ve bu düşünceyi benimseyen Asyalı sayısı azdı; henüz, çoğunun anlayabileceği bir düşünce olmamıştı. Japonlar, ‘Asya Asyalılarındır’ sloganını daha 1890’lı yıllarda yaratmışlardı; ‘Asya’ içinde bu sözcük, Avrupa’dan pek çok şeyle birlikte coğrafi adlandırmaları da almış olan Japonya dışında neredeyse hiç bilinmiyordu… Beyazlar hariç, Afrika’da doğmuş kişilerin çoğunun ‘Afrika’ denen bir varlıktan haberdar olmaları da pek muhtemel değildi; kıtaya bu adı ilk olarak Avrupalılar vermişti (ve dolayısıyla, ‘Afrikalı’ sınıflandırmasını da onlar yaratmıştı). Avrupalılar ve Kuzey Amerikalılar ise çoğunlukla, yaşadıkları kıtalardan çok daha haberdardılar*. Ne de olsa bu kıtalara adlarını onlar vermişti”[1].

Tanınmış Oryantalist Bernard Lewis, bu durumu Batı’nın önemli bir ayrıcalığı ve üstünlüğü olarak heyecanla anlatır: “Avrupa, coğrafyada adı geçen tüm diğer kıtalar gibi Avrupa’nın icat ettiği bir kavramdır; zaten Avrupa bu coğrafi sistemde ilk ortaya çıkan kıtadır. Avrupa, Avrupa’yı tasarlamış ve yaratmıştır: Avrupa Amerika’yı keşfetmiş, ona adını vermiş ve bazı açılardan onu yaratmıştır. Yüzyıllar önce Avrupa hem Asya’yı hem de Afrika’yı keşfetmiştir”. Bu sözlerin ardından, Asya ile Afrika hakkında müthiş bir Oryantalist aşağılaması ve bu iki kıtayı toptan yok sayıcı yukardan bakış gelir. Böylece öğreniriz ki, “bu iki kıtanın sakinleri ondokuzuncu yüzyıla, yani Avrupa’nın dünyaya hâkim olduğu döneme kadar, adlarından, kimliklerinden ve en önemlisi, Avrupalıların kendi amaçları doğrultusunda tüketmek ve kullanmak üzere keşfettikleri sınıflandırma sisteminden bihaberdirler”[2].

Roberts ve Lewis’in bu sözleri Avrupa’nın, Avrupalı tarafından tasarlanmış ve yaratılmış yapay bir kıta olduğunu açıkça gösteriyor. Zaten bunun için bir dünya haritasına bakmak yeterlidir. Kıtalar, kesintisiz kara parçalarına verilen adsa eğer, Avrupa’nın böyle bir kesintisizlik özelliği yoktur. “Gerçek şudur: Avrupa, bir kıta değildir; bağımsız bir parça da değildir, bütünün devamıdır. Nitekim, coğrafyacılar, Asya ile Avrupa’yı birbirinden ayıran kesin sınırların olmadığını, geleneksel ayırımın ‘fiziksel coğrafya ile ilgili olmaktan çok kültürel’ olduğunu itiraf eder. Bazı coğrafyacılara göre ise Avrasya adı altında tek bir kıta vardır. Ne levha tektoniği, ne jeoloji Avrupa’ya kıta olma hakkını tanır. Kıta olmak bu kadar önemli mi? ‘Coğrafya savaşmak içindir’ deniliyorsa, evet. Kendini ayırt etmeyi bir silah olarak kullanan Avrupalı, haritaya bakar ve sürekliliğin kesildiği hatları sınır olarak belirler. Kuzey, güney ve batıda bu kolaydır; denizlerle çevrilidir çünkü… Doğu sınırı ise belirsizdir. O yönde ‘giderek genişleyen kıtasal bir mekânla bağlantılıdır’. Denizin ya da boğazın olmadığı bu mekânda, kendini ayırt etmek isteyen Avrupalı’nın imdadına yükseltiler yetişir. Fransız coğrafyacı Jean Gottmann’ın, 1954’te bildirdiğine göre Ural Dağları ve Hazar’a dökülen Ural nehri sınır sayılır. Hazar ile Karadeniz arasını da Kafkas Dağları kapatır”. Gerçekten de kara parçaları arasındaki sürekliliğin nehirler ve dağlar tarafından koparıldığını düşünmek ancak Avrupa dehasının işi olabilir. “Ural Dağları’nın doğu ile batı arasındaki bağlantıyı kopardığını hangi tarih kitabı yazar? Avrupa’nın ortasından, Macaristan’dan Moğolistan’a uzanan ve Urallar’ı içine alan büyük Bozkır’a bakın. Hem coğrafya, hem tarih bakımından sürekliliğini böylesine koruyan dünyada başka bir kara parçası var mı? Doğuyla batıya yayılan Altın Ordu İmparatorluğu’nun belkemiği Urallar değil miydi? Baltık’tan Sibirya’ya uzanan Rus İmparatorluğu’nun olduğu gibi. Eğer Urallar sürekliliği koparan bir engelse, Karpatlar ve Alpler ne olacak; o masif duvarların arkasındaki ülkeler –ki Avrupalılığın beşiğidir- kıtanın dışında mı sayılacak? Ya denizler ve boğazlar… Tarih boyunca halklar ve kültürler arasında en önemli bağlantı yolları, köprüleri olarak işlev görmediler mi? Mallar ve fikirler Avrupa’ya nereden geldi?”[3].

Hodgson, haritalarla ilgilenmenin ilk bakışta önemsiz gibi görülebileceğini, fakat bunun daha temel durumların bir paradigmasını (değerler dizisi) sunduğunu söyler. Özellikle Batılılar için bunun büyük önemi vardır. “Çünkü haritalarda bile hislerimizi anlatmanın yollarını bulmuşuzdur. Dünyayı ‘kıta’ şeklinde adlandırdığımız kara parçalarına böleriz”. Dünyanın Doğu yarımküresinde bulunan Asya, Afrika ve Avrupa’da halen insanlığın beşte dördü yaşamaktadır ve Ortaçağ Batılılarının kullanmış oldukları ayrımlar mevcuttur. Ancak ilginç olan, Rusya’nın batısındaki Avrupa’nın, yaklaşık tarihteki Hindistan’ın, şimdiki Pakistan ve Hindistan’ın nüfusu kadar bir nüfusa sahip olmasıdır. Yine yaklaşık aynı coğrafi, linguistik ve kültürel farklılığa ve aynı alana sahiptir. Bu yüzden Hodgson, “Avrupa kıtalardan biri de, Hindistan neden değil?” diye sorar haklı olarak. Ona göre de Avrupa’nın sınırları, kesintisiz kara parçaları olarak tanımlanan kıta belirlemesine uymaz. Çünkü bu sınırlar “herhangi bir yarık ya da aralık nedeniyle” seçilmemiştir. Ayrıca ileride tekrar döneceğimiz gibi, Avrupa’nın doğudaki sınırlarından biri olarak kabul edilen “Ege Denizi’nin iki kenarı neredeyse her zaman gerçekte aynı kültüre ve genellikle aynı dil yahut dillere, hatta aynı yönetime sahip olmuştur. Aynı durum büyük oranda Karadeniz ve Ural Dağları için de söz konusudur”[4]. Demek ki Avrupa bir kıta yapılarak, daha büyük olmayan birimin alt parçası, fakat kendi başına dünyayı oluşturan büyük parçaların biri olarak, ona doğal büyüklüğüyle orantısız olan bir mevki bahşediliyor. Bu da, kıtaları icadeden ve isimlendiren Batı’nın, kendisini, hep mücadele ettiği büyük bir coğrafyanın önemsiz bir parçası olarak görmemesinden, daha doğrusu görmek istememesinden kaynaklanıyor. Bunun yerine o, içinde yaşadığı küçük bölgeyi bir kıtaya dönüştürmek ve bütün ayrıcalıkları oraya yüklemek istemiştir. Yani Avrupalı, bulunduğu küçük bir bölgeyi özel bir statüye kavuşturmak için, aslında “ben yaparsam olur” mantığıyla coğrafya ile oynama, dünyayı istediği gibi parçalara bölme ve adlandırma yetkisini kendinde görüyor.

HARİTALARIN SUÇ ORTAKLIĞI

Kuşkusuz Avrupalının, büyük Asya kıtasının batıya uzanan küçük bir burnuna nasıl olup da kendi kıtası olarak razı olduğu sorusu geliyor hemen akla. Ama onun kendisini hep ayrıcalıklı ve dünyanın efendisi olarak gördüğünü aklımızdan çıkarmayalım. Sömürgeler yoluyla zaten bütün dünyaya fiilen hâkim olduğunu düşünüyor. Öyleyse niçin kendini o sömürgelerden ayıran özel bir kıtaya sahip olmasın? Ya da niçin her zaman farklı olduğunu söyleyen, kimliğini bu “farklılıkla ilişki içinde” kuran özelliklerine, aynı kıta içinde görünerek “ötekileri” ortak etsin?

Ancak her şeye rağmen Avrupalılar, harita üzerindeki bu büyüklük sorununu da çözmüşlerdir. Kullandıkları Mercator izdüşümü (projeksiyonu) adı verilen yöntemle Avrupa’yı harita üzerinde olduğundan büyük göstermeyi başarmışlardır. Bu harita çizim tekniğine göre bütün meridyen-enlem ağı, birbirine paralel giden iki takım çizgidir. Ekvator, gerçek uzunluğu ile çizilir ve bütün enlem çemberler ekvatora eşit boyda alınır. Bunlar arasındaki açıklık ekvatordan kutba doğru öylesine artar ki, artık ufacık biçimler çok büyümüş olarak görünür. Bu yüzden, belki sadece denizcilikte kullanışlı olan bu teknikle çizilmiş haritaların hayatımıza yerleştirilmesiyle, bir dünya haritasına baktığımızda gördüğümüz ülke, bölge, ya da kıta büyüklükleri birbiriyle orantılı değildir. Yani, aslında kıta sayılamayacak Avrupa, olduğundan çok daha büyük, onun Doğu olarak adlandırdığı dev coğrafya ise olduğundan çok daha küçük görünür. Bu konuda Hodgson şöyle bir olay anlatıyor: “Kahire’deki bir hükümet dairesinde dini bütün bir Müslüman’ın duvarında, İslam’ın ne denli yaygın olduğunu gösteren bir İslam dünyası haritasıyla karşılaşmıştım. Fakat harita, Mercator projeksiyonuna göre çizilmiş ve dolayısıyla Avrupa ile mukayese edildiğinde İslam toprakları esaslı bir biçimde küçültülmüş bir Fransız haritasıydı. Memur, Mercator projeksiyonuna o kadar alışmıştı ki, resmi emperyalizm şeklinde nitelendirilebilecek durumun farkında bile değildi”[5].

Hodgson, New Yorker dergisinde Amerika’yı New York şehrinden göründüğü şekliyle gösteren bir harita yayınlandığını hatırlatarak burada Manhattan’ın Illinois’ten daha küçük gösterilmesine Chicagoluların güldüğünü, ama Asyalıların bu türden bir dünya tasavvuruna sahip olan Avrupa ve Amerikalılara gülmediğini belirtiyor. İnşa edilen küresel dünya perspektifinin tipik bir karikatürüdür bu. Nitekim bu küçük gösterme saplantısı bütün alanlarda karşımıza çıkar. Örneği, dünya tarihi yazımında “Tek bir tarih kitabı yoktur ki, Avrupa’ya gösterilen yersiz addedilemeyecek önemle birlikte, Eski Dünyanın bütünü üzerindeki medeniyetin ilerlemesini tek bir resim olarak sunmaya kalkışmasın”[6]. Batı böylece kendi tarihini gerektiğinde olağanüstü abartırken –tıpkı haritasını abarttığı gibi- kendi dışındaki dünyanın tarihini tek bir kategori içerisinde ve âdeta bir paranteze sıkıştıracak biçimde küçülterek sunmaktadır. Hodgson gibi daha makul insanlar bu konularda Batılıları, “sıradan insanların zihnini çarpıtılmış bir dünya resmiyle dolduran ve böylelikle” sahip oldukları “zaten feci derecede yıkıcı bölgesel, yöresel fikirlerin sürdürülmesine katkıda bulunan terimlerle konuşmayı sürdürerek” kendi kendilerine zarar vermeme konusunda uyarmaktadırlar[7]. Aslında Hindistan’ın Haydarabat eyaletinden küçük olan İngiltere’nin, Mercator izdüşümünde, bu bölgeden neredeyse üç kat daha büyük gösterildiğini belirttikten sonra Hudgson sözlerine şöyle devam ediyor: “Bu, Mercator’un kuzeyi –Kuzey Amerika, Avrupa, Rusya- Hindistan yahut Yakın Doğu gibi bölgelerin aleyhine, gerçekte olduğundan daha büyük göstermesi nedeniyle böyledir. Kuzeye yerleştirilmeleri söz konusu olan bölgeler ise zaten bizim abartılmış ülkelerimizdir. Daha iyi çizim ve ölçeklere dayalı ve Mercator’un ifa edebileceği her amaca hizmet edebilecek başka dünya haritaları mevcut olmasına karşın bu denli tahrif edilmiş bir haritayı sınıflarda ve her yerde kullanmaya devam etmek ciddi bir ihmal ve kayıtsızlık gibi görünmektedir”[8].

Haritaların bu şekilde tahrif edilerek önyargılarını pekiştirmekte ve benliklerini pohpohlamakta suç ortağı haline getirilmesi, bir bütün olarak dünyaya ve insanlığa baktıklarında, Batılıların, kendilerini gerçek boyutlarıyla görmelerini engellemektedir. Daha ileride göreceğimiz gibi bu durum, yalnızca coğrafî alanda değil, tarih ve düşünce alanında da çarpıtmaları getirmiştir. Hodgson, harita izdüşümü ile kavrayışların çok özel bir biçimde zaten çarpıtıldığını yazar. “Kırkıncı kuzey paraleli dünya tasavvurumuz için can alıcı bir anlam ve öneme sahiptir. Tarihsel bakımdan neredeyse bütün büyük medeniyet merkezleri kırkıncı paralelin güneyinde yer almıştır; daha doğru bir deyişle Avrupa hariç hepsi”[9]. Mercator izdüşümünün abartmaya başladığı alanlar ise tam bu paralelden başlamakta ve Avrupa’nın büyük bir bölümü de bu paralelin kuzeyinde yer almaktadır. Haritalar aracılığıyla yapılan bu çarpıtma, kendisine gelinceye kadarki bütün medeniyetlerin tarihten soyutlanarak ortada sadece Avrupa tarihinin bırakılmasına imkân tanır. Tarih yazımında Avrupa’nın merkeze alınması, başka bir deyişle etnik merkezli bir tarih tasavvurunun yaygınlaştırılması da, böyle bir çarpıtma pahasına mümkün olur. Sadece Avrupa veya Amerika’da değil, sorgulanmadan bizde de kullanılan dünya haritalarında Avrupa’nın merkezde yer almasının, bu etnikmerkezli anlayışın meşrulaştırılmasında nasıl bir rol oynadığı araştırılmaya değer. Sonuçta, Avrupa’yı Orta Doğu, Hindistan ve Çin’den çok daha büyük göstermekten, hatta Hindistan’ı Asya içinde, Avrupa’daki İsveç gibi bir ülke gibi göstermekten hoşlanan bu projeksiyonun “coğrafyacıların sınıflarının dışında, en yaygın dünya haritası biçimi olarak varlığını muhafaza etmesi hiç de şaşılacak bir durum değildir”[10].

Durukan, Avrupa sınırlarının ne kadar tartışmalı olduğundan söz ederken açtığı bir parantez içinde, bu noktada önem kazanan haritaların masumiyetini Craig Calhoun’un Nationalism adlı eserinde tartıştığını belirtiyor: “Örneğin, eldeki haritaların ezici çoğunluğunda niye Avrupa merkezdedir? Bu haritalarda, Afrika gerçek büyüklüğünden oransal olarak daha küçük resmedilirken, Avrupa ve Kuzey Amerika niye daha büyük gösterilir?”[11].

Şu halde lehindeki bütün gösterişli genellemeleri bir yana bıraktığımızda, bu denli etkili bir varlık olarak gösterilen Avrupa’nın, aslında kendisini olduğundan çok daha büyük gösterme tutkusuyla hareket ettiği ve gösterildiği gibi olmadığı ortaya çıkıyor. Onun ezelî üstünlük iddiasını ele aldığımız bölümde de gösterdiğimiz gibi, bu çarpıtmaları akılcılık, ticaret ve diğer bütün alanlarda da görmek mümkün. Ancak bunların ortaya çıkmasının, Batı’nın bir bütün olarak yeniden gözden geçirilmesini ve her alanda söylediklerinin tashih edilmesini zorunlu hale getirmesi bakımından olumlu bir yanı da var. Bir zamanlar sorgulanmadan kabul edilen bütün üstünlük savlarının artık güçlü bir şekilde sorgulanması da bu yüzden.

Bu bakımdan, onun ne olduğundan başlayarak bütün özellikleri yeniden ele alınmalıdır. Roberts, Avrupa’nın ne olduğunu saptamanın çok zor olduğu konusundaki şu sözlerinde çok haklı: “Avrupa sözcüğünün anlamı bile hâlâ tartışılmakta. Elbette Avrupa tarihinin içeriği de. Hatta, coğrafi tanımı da; Avrupa adını verdiğimiz yarımada aslında başka bir yerle, Asya’yla iç içe giriyor ve bu ikinci kıtayla tam olarak hangi noktada birleştiği, iklim ve topografya açısından bile hâlâ tartışma konusu. Coğrafi tanımı nasıl olursa olsun, bu alanın belli bir kültür, yaşam tarzı ve hatta uygarlıkla tam olarak nasıl çakıştığı konusu daha da çok tartışılıyor”[12].

(BATININ DOĞUSU, s. 162-170)

* Haklı olarak, “acaba buranın gerçek yerlileri de haberdar mıydı?” sorusu sorulabilir. Roberts, sözünü ettiğimiz düşünce alışkanlığıyla “Kuzey Amerikalılar” derken, buranın asıl sahiplerini unutuyor ve doğal olarak burayı sonradan sahiplenen işgalci Avrupalıları kastediyor.

[1] J. M. Roberts, Yirminci Yüzyıl Tarihi, s. 24–25. Yazar sözlerinin devamında milliyet ve milliyetçilik fikirlerinin de Avrupa kökenli olduğunu belirtir: “Avrupa dışında da kendi etnik ya da kültürel ayrımları konusunda gelişmiş duygulara sahip halklar –örneğin, Han Çinlileri ya da Japonlar- bulunsa da, milliyet ya da milliyetçilik de Avrupa kökenli bir fikirdi”.

[2] Bernard Lewis, Islam and the West’ten nkl. Franco Cardini, Avrupa ve İslam, s. 4. Haberdar olmaları düşünülemez. Çünkü “dünyaya hâkim olan” Avrupalıların kendilerini merkez alarak yaptıkları adlandırma ve verdikleri kimlik öylesine saptırıcıdır ki, bunu önceden görmek imkânsızdır. “Avrupalıların kendi amaçları doğrultusunda tüketmek ve kullanmak üzere keşfettikleri sınıflandırma” sistemini nereden bilsinler ki?

[3] Kemal Tayfur, “Avrupa Kıta mı?”, Atlas, sayı: 141

[4] Marshall G. S. Hodgson, Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek, s. 32–33

[5] Age., s. 38

[6] Age., s. 82

[7] Age., s. 82

[8] Age., s. 83

[9] Age., s. 34

[10] Age., s. 34

[11] Kaan Durukan, Doğu-Batı İkilemine Dört Bakış, s. 32

[12] J. M. Roberts, age., s. 137–138