Kulluk ve Özgürlük

 

ÝSTANBUL FOTOÐRAFLARI (PHOTOS FROM ISTANBUL)

YÜKSEL KANAR

Müslüman, sürekli kulluk halindedir.

Bizim kulluğumuz belirli zamanlarla mukayyet ve belirli mekanlarda tezahür eden bir ayin değil, hayatımızı çepeçevre kuşatan bir yaşam biçimidir.

Biz, kul olarak varolduğumuzu hissederiz. O kulluk ortadan kalktığında, bizim varolma şartımız da ortadan kalkmıştır. Yüce Allah: “Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zariyat: 56) buyuruyor.

Evet! Kulluk yaratılışımızın gayesidir. Benlik taslamak, gurura tapmak; ya da tam tersine, benlik sahibi olanlara, gururuna tapanlara kulluk yapmak değildir.

Allah’a kulluğun sırrı da burada zaten. O’na kulluk, bizi, başka diğer bütün kulluklardan kurtaran sağlam iptir. O ipe, özellikle de toplu olarak sarıldığımızda, bizi kimse başka kulluklara kandıramaz.

Şu halde insanın özgürlüğü, bir paradoks gibi görünse de, bir kullukta somutlaşıyor. Tek bir kulluk, tek bir bağlanma, bizi diğer bütün bağlardan ve tutsaklıklardan kurtarıyor, koruyor.

İçinde bulunduğumuz Ramazan ayı, sözünü ettiğimiz kulluğun en güzel yaşandığı zaman dilimidir. Müslümanın günlük ve haftalık olarak kulluğa göre düzenlenmiş hayatının yılda bir ay boyunca yeniden gözden geçirilmesidir. Bir yıl boyunca, eğer yıpranmış, anlamından sapmış, buruşmuş veya pörsümüş yanları varsa, bunların onarılması, gelecek Ramazana kadar, bir yıl boyunca gerekli donanımın yapılması için yenilenmesi, kısacası bir bilinç tazelenmesi dönemidir.

İnanmış kişi onun için bu ayda daha dikkatlidir. Kendisini bekleyen hayata karşı, ibadet bilincinden uzak kimselerce biçimlendirmiş dünyaya karşı savunacak bir güçle donanmak için çalışır.

Namazlarında daha dikkatlidir. Aslında yenilip içilmesi veya yapılması haram olmayan şeyleri bile, sırf Yaratıcımızın istemesiyle yemeyen, içmeyen ve yapmayan bir ruh disiplini kazanacaktır. Bunu kazanan bir kimsenin, kendisine yasak olan şeyleri ise hiç yemeyeceği, içmeyeceği ve yapmayacağı aşikârdır.

Kulluk sadece Allah’adır. Namaz şartını yerine getiren bir insan, günde beş kez kıldığı namazın her rekatında “yalnız sana kulluk eder, ancak senden yardım dileriz” kutlu sözünü tekrarlar. Bu bize, bizzat Rabbimizin diliyle öğretilmiş bir kulluk yeminidir. Başka kişilere veya nesnelere, çıkarlara değil, yalnızca Allah’a yapılan kulluktur insanın görevi. Bir günde en azından kırk kez bu yemini eder Müslüman.

Her zaman, her çeşitten öyle kulluklar vardır ki insanı yaradılışının dışına taşıran… Günümüzde de bunların nice çeşidini görüyoruz.

Ramazan’da da devam eden, daha çok da Müslümanların uğradığı nice zulümleri yapanlar, kendisini asıl kulluğun dışında gören anlayıştaki insanlardır kuşkusuz. Hatta bu zulümleri yapanlar içinde, müslümanlık iddiası taşıyanların bile olması ne kadar düşündürücüdür.

Ancak her zulmün topla, tüfekle, kan dökerek yapıldığını sanmak yanlış. Yapılan her haksızlık zulümdür. Kırılan bir gönül, yapılan büyük bir zulümdür.

İyilikler, güzellikler sadece dilde kalmamalı, uygulamaya da dökülmelidir. Ramazanda kalb gözümüzün de daha açıldığını, gönüllerimizin her türlü güzelliklere daha yatkın hale geldiğini görüyoruz. Ramazanın manevi havasında akıllarımızın da Kur’an gerçeklerini daha rahat kavrayacak bir kıvama eriştiği, kendini onlara daha fazla açtığı, yaşadığımız bir gerçektir.

Bu ayda kazandıklarımızı kaybetmeyelim. Bu ayın kazandırdıklarına bigâne de kalmayalım.

Onu bütün güzellik ve incelikleriyle yaşayanlara ne mutlu.

 

Noterliğe Dair Düşünceler

CUMALİ YÜREKLİ

Ülkede yaşayan insanlar olarak biz bireylerin, derneklerin, vakıfların, sivil toplum kKuruluşlarının, iş insanlarının, sanayicilerin, tüccarların, düşünce ve fikir insanlarının, askerlerin ve ülkemizi yöneten  bürokratların, siyasetçilerin; kısaca herkesin ortak görev ve sorumluluğumuz cennet gibi güzel ülkemizi madden ve fikir alanında dünyanın en gelişmiş, en müreffeh, en zengin ve en dirayetli ülkesi yapmaksa; hepimizin amacı,  sorunlarımızı kader olarak görmek yerine onlara kalıcı ve köklü çözümler bulmaktır. Türkiye ekonomisinin kocaman bir kamburu durumundaki “Kayıt dışı Ekonomi”nin bertaraf edilmesi için herkesin eteğindeki taşı ortaya koyması gerektiğine inanıyorum. Mesleğim gereği kayıt dışı ekonomi hakkında en iyi bildiğim alan olan Noterlik Kurumu ve bu kurumun ülkemizdeki işlevi, ekonomik, yargısal, sosyal ve kamu düzeni alanlarında ifa eylediği fonksiyon ve bu kurumun yasal olarak güçlendirilmesi halinde ekonomiye kazandıracağı ivme ve binnetice kayıt dışı ekonominin önlenmesinde üstleneceği rol hakkında bazı açıklamalar yapmak gerekiyor: Ülkemizde Noterlik Kurumu, yasalarla düzenlenmiş ve yasaların kendisine verdiği iş ve işlemleri yine yasalarda gösterilen şekil ve şartlarda ifa eden resmi bir kurumdur. Noterliğin başlangıcı Sümerlere kadar dayanır,  Romalılar ve Osmanlı Devleti ile devam ederek Cumhuriyet döneminde de bugünkü halini alır.

NOTERLİK KURUMUNUN KURANSAL DAYANAĞI

İnsanı yaratan Yüce Allah, insanın sosyal ilişkilerinin nasıl olacağını, aralarında ne gibi ihtilaflar ve sıkıntılar yaşayacaklarını, hangi sorunlarla yüzyüze geleceklerini de en iyi bildiğinden, dünyada kullarının barış içinde yaşamalarını, anlaşmazlıkları en aza indirmelerini sağlayacak yol ve yöntemler, ilkeler ve yasalar belirlemiş ve bunları da Kuran’da bizlere açıklamıştır.  Ayna zamanda Kuran’ın en uzun ayeti olan Bakara suresinin 282. ayeti hiç bir kuşkuya ver vermeyecek şekilde noterlik kurumunu tanımlamış ve noterin görevlerini açıkça belirlemiştir:

“Ey iman edenler! Belirli bir süreye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman onu hemen yazın. Aranızda bir kâtip, noter de adaletle yazsın. Kâtip, Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın da, borcun, sözleşemenin tüm ayrıntılarını yazsın. Ayrıca borçlanan  kişi de anlaşmanın ayrıntılarını söyleyip yazdırsın ve  kendisi de yazsın. Rabbi olan Allah’a saygılı olsun, borcunu yazarken eksik yazmasın, tamı tamına yazsın. Şayet  borçlanan kişi bunak, aklı ermez veya okuma yazması olmayan biri ise, onun yerine velisi  borcu adaletle,  tamı tamına yazdırmalı. Bu işlem yapılırken erkeklerinizden iki iyi kişi de tanıklık etsin. Şayet iki erkek tanık  bulamazsanız; dilediğiniz şahitlerden bir erkek ile bunlardan birisi yanılırsa, şaşırırsa, hatırlayamazsa öbürü hatırlatsın veya baskı yapılıp tehdit edilirse öbürü ona destek olsun diye iki kadın seçiniz. Tanıklar da ifade veermeye çağırıldıklarında kaçınmasınlar, çekinmeksizin gelsinler.  İster az bir miktar olsun, ister çok olsun borcunuzu ödeme tarihi ile birlikte yazmaktan çekinmeyin ve üşenmeyin. Böyle yapmanız, Allah nezdinde daha hakkaniyetlidir, şahitlik için daha sağlam ve şüpheye düşmemenize daha elverişlidir. Ancak aranızda yaptığınız ticaret, alışverişleriniz peşin para ile olursa, onu yazmamanızda bir sakınca  yoktur. Her türlü vadeli alışverişleriniz yazılı ve tanıklı olsun. Yazan ve şahitlik eden bir zarar görmesin. Aksi durumda birbirinizle kötü olabilirsiniz. Allah’ın öğütlerini dinleyin.  Allah, size öğretiyor ve Allah, her şeyi en iyi bilendir. Ve eğer siz, bir yolculuk üzere olur da bir kâtip de bulamazsanız, o vakit borçlu, borcunu belgeleyen ve ödemeyi taahhüt eden bir senit veya makbuz versin. Eğer birbirinize güveniyorsanız, kendisine güvenilen adam üzerindeki emaneti ödesin, senedi veren ödemeyi zamanında yapsın ve Rabbi olan Allah’ın koruması altına girsin. Tanıklar da bildikleriini  gizlemesinler. Onu kim gizlerse, artık şüphesiz onun kalbi günahkârdır, o kötü niyetlidir. Allah, tüm yaptıklarınızı çok iyi bilir. Göklerde olan şeyler ve yeryüzünde olan şeyler Allah’ındır. Siz içinizdekileri açığa vursanız da, gizli tutsanız da Allah onunla sizi hesaba çeker; bağışlanmak isteyeni bağışlar, istemeyeni cezalandırır. Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.” Bakara/2282-284)

Günümüzde Noterlik kurumunu yargının bir uzantısı, tamamlayıcı ve destekleyici unsuru olarak görmek ve kabullenmek gerekir. Çünkü gerçek budur. Noterlerde yapılan veya onaylanan her tür işlemler, sözleşmeler, ölüme bağlı senetler, alım-satım sözleşmeleri gibi işlemler noterler tarafından imzalandığı için resmiyet kazanan kağıtlara bağlanan konular ve işler, genellikle artık bir ihtilaf konusu olmaktan çıkmakta ve bu şekildeki uygulamaların yaygınlaşması oranında yargı yükünü hafifletmektedir.   Noterler ile yargının en bariz farkı şudur: Yargı bir çekişme veya ihtilaf çıktıktan sonra harekete geçer. Yani olay oludktan sonra devreye girer. Oysa noterler, daha ortada ihtilaf ve çekişme yokken devrededir ve tarafların çıkarlarını, düzenlediği sözleşme ile güvence altına alır. Böylece taraflar arasında fikir değiştirmekten, başkalarının etkisinde kalmaktan kaynaklanan caymalardan ve çıkar unsurunun ağır basmasının neden olduğu inkar etmekten dolayı meydana gelebilecek yığınla ihtilaf daha doğmadan ve başlamadan önlenmiş olmaktadır. Noterlik Kurumu deyince ilk olarak ele alınması ve dile getirilmesi mutlak ve elzem olan çok önemli bir başka nokta ise şudur:

Bir Noterlik işlemi yapıldığında bu işlem için kesilen “Noterlik Makbuzu”nda Harç, Damga Vergisi, Değerli Kağıt Bedeli, Katma Değer Vergisi, posta gideri ve noter ücreti yer alır. Dikkat edilirse, bir işlemde Maliye Hazinesi adına dört kalem para tahsil edilmektedir. İşlemin cinsine göre değişmekle birlikte Noterlikte yapılan herhangi bir işlem için ilgilinin ödediği paranın yaklaşık üçte ikisi, bazı işlemlerde dörtte üçü, hatta beşte dördü devlet adına tahsil edilen paralardır. Çoğu işlemde Hazine adına alınan para noter ücretinden çok daha fazladır. Türkiye’de önemli bir kamu  hizmetini başarıyla yürüten noterler  olarak devlet adına hiç para tahsil etmeyelim demiyoruz. Ancak devletimizin yönetim kademelerinde bulunan bazı bürokratlarin da noterleri çok para kazanan bir sektör ve bu yüzden bir nevi rakip olarak görme yanlışından vazgeçmesi gerekiyor. Her nimet külfete tabidir. Türkiye’de attığı her imzadan dolayı en fazla sorumlu olan kamu görevlileri noterlerdir. Biz şunu söylemeye çalışıyoruz: Çok iyi biliyoruz ki, günümüzde gerçek kişilerin ve hükmi şahısların önemli bir kısmı aslında istemelerine rağmen Noter harçlarının fazlalığı yüzünden işlemlerini noterde yaptırmamaktadır. Noterlik işlemleri basitleştirilir ve sadeleştirilir, artık işlevini yitirmiş olan ve dünyada uygulaması kalmayan Değerli Kağıtlar  Kanunu ve Damga Vergisi Kanunu kaldırılarak Noterlikte yapılan işlemlerden Hazine adına alınan paralar işlemin önemine göre artıp azalan bir tek “HARÇ” alımına indirgenirse, bundan devlet de, vatandaş da kazançlı çıkacaktır. Devlet karlı çıkacaktır, çünkü mesela kira sözleşmeleri noter onayından geçeceği için maliyemizin en büyük sorunu olan kayıt dışı azalacak ve vergi mükellefleri artacaktır. Vatandaş karlı çakacak, çünkü her türlü sözleşmelerini resmiyete bağlayacak ve rahat uyuyacaktır. Bugün noterliklerimizde hemen her gün yazılıp taraflarca imzalanan birkaç işlem, sırf harç, damga vergisi ve değerli kağıt parasının çok tutması yüzünden tarafların vazgeçmeleriyle sonuçlanmaktadır. Bunun anlamı şudur: Halk notere ödediği “noter ücreti’’nden şikayetçi değildir. Hazinenin aldığı harç, damga vergisi ve değerli kağıtlar vergisi gibi gerçekten fahiş olan paralardan şikayetçidir.

YAPILMASI ELZEM OLAN DEĞİŞİKLİK ÖNERİLERİ:

  1. Damga Vergisi Kanunu ve Değerli Kağıtlar Kanunu kaldırılmalı ve her tür noterlik işlemlerinden devlet hazinesi adına “İŞLEM VERGİSİ veya İŞLEM HARCI” adı altında sadece ve tek bir hizmet bedeli alınmalı.
  2. Hayatın her alanını ilgilendiren konularda vatandaşın her türlü anlaşmalarını dilediği şekil ve şartlarla sözleşmelere bağlayarak bunları noterliklerde onaylatmalarına imkan sağlayacak yasal düzenlemeler getirilmelidir. Bu cümleden olarak başta kira sözleşmeleri, her türden alım ve satım sözleşmeleri ve ihale sözleşmeleri gibi vergiyi ilgilendiren konularda yapılacak akitlerin tamamına yakınının noter onayından geçmesi mümkün hale gelecektir. Sözleşme onay masraflarının makul olması nedeniyle noterler tarafindan resmiyet kazandirilan akitler ve kağıtlar iyice yaygınlaşacak ve bunun doğal sonucu olarak da, ekonomideki “kayit dışı” orani düşecek, maliyeye kayıtlı vergi mükellefleri sayısı artacak, vatandaşın vergiye konu tüm iş ve işlemlerinden devletin anında haberdar olmasi mümkün hale gelecektir.
  3. Yapılan kamuoyu araştırmalarında ülkemizde noterler en güvenilir kurumların başında gelmektedir. Bu olgu ülkemiz için önemli bir kazanımdır. Bu nedenle yaptıkları işlemler de her yerde ve makamda geçerli ve sağlam delil olarak hüsnü kabul görmektedir. Noter onayından geçen işlem sayısının artması demek, hukuki ihtilafların azalması demektir.
  4. Öte yandan devlet, yargı fonksiyonunu ifa edebilmek için, yani adalet dağıtmaya yönelik olarak ciddi paralar harcamak zorunda kalmaktadır. Bu da normaldir. Burada konunun bir de Noterlik Kurumu açısından ele alınması gerekir. Şöyle ki: Ülkemizdeki hiç bir noter için devlet bir kuruş bile masraf yapmamaktadir. Buna mukabil noterlerin kazandığı her kuruşun vergisini düzenli olarak tıkır tıkırr almaktadir. Vergi hukuku açısından noterler tabir caizse  tam bir “altın yumurtlayan tavuktur”.

Türkiye’de serbest meslek erbabı, gerçek ve tüzel kişiler arasında vergi kaçırmayan, istese de kaçıramayan tek sektör ya da vergi mükellefi grubu noterlerdir. Yaptıkları işlemler ise hem resmi ve hem de güvenilir işlemlerdir. Şu halde noterler vergi hukuku yönünden ülkemizdeki en pragmatik grup olarak adlandırılabilecek vergi mükellefleridir. Halde böyle olunca, devletin çok daha fazla iş ve işlemi noterlere havale ederek masraf yapmaksızın üzerindeki bir kısım vergi ve yargı yükünden mümkün olduğu kadar fazla kurtulmaya yönelik adımlar atması, hukuksal reformlar yapması aklın, mantığın, sağduyunun, ilmin ve ülke ekonomisinin icabıdır.

  1. Dayanağını Bakara Suresinin 282. ayetinden alan Noterlik Kurumu, Anayasal statüye kavuşturulmalıdır. Bunun için yeni anayasa yapılırken yargıyı düzenleyen bölümünde ‘Noterlik Kurumu’ mutlaka yer almalı ve böylece Türkiye’de noterliğin bir anayasal kurum olması sağlanmalıdır. Zira Noterler halihazırda üstlendikleri misyon ve yaptıkları işler ve işlemlerle zaten yargı hizmeti vermektedirler. Ölüme bağlı tasarruflarla ilgili her türlü senetler, taşınmaz hukuku ile ilgili olarak yapılan satış vaadi sözleşmeleri, kat karşılığı inşaat sözleşmeleri, miras payının devri sözleşmeleri ve her türlü vekaletnameler; ticaret hukukunu, borçlar hukukunu, iş hukukunu, medeni hukuku ve vergi hukukunu ilgilendiren pek çok sözleşmeler, taahhütnameler, beyannameler, muvafakatnameler, temliknameler ve vekaletnameler, evi terk eden eşe geri dön ihtarı, mirasçılık belgesi verilmesi gibi noterlerin ifa ettikleri işlemlerin tamamına yakını doğrudan veya dolaylı olarak yargı ile ilgili olup bunlar netice itibariyle bir yargı hizmetidir. Özetle noterler çekişmeli yargı dışında kalan, ancak hukuku ve yargıyı şöyle veya böyle  ilgilendiren hemen her türlü konunun en seri ve kolayca çözümlenebileceği resmi kurumlarımızdır.  Ayrıca noterliklerin gerek kuruluş (ihdas), gerekse işleyişlerinin devlete maddi anlamda hiçbir yük teşkil etmediğini, noterlik hizmetlerini verirken devlet adına harç ve benzeri vergileri düzenli ve aksatmadan toplayarak hazineye yatırdığını ve noterlerin sadık ve sorunsuz gelir vergisi mükellefleri olduklarını da unutmamak gerekir.

6.Noterlik hukukunda radikal ve köklü bir reformun gerçekleştirilmesi durumunda  devletin ve milletin elde edeceği kazanımlar ne olur? Sorusuna şu cevapları vermek abartılı olmaz kanaatindeyim:

a.Ekonomik, ticari ,bireysel, ailesel, toplumsal  alanlardaki hukuki ihtilaflar ciddi oranlarda azalır, küçülür ve  eninde sonunda yargıya taşınacak olan  pek çok sorun daha başlamadan biter. Böylece  genel anlamda yargının iş yükü küçülür ve azalır.

b.Gerek yargı, gerek tapu daireleri eli ile halen görmekte olduğu işlerin bir kısmını noterlere aktaracak olan devlet bu resmi dairelerinde daha az sayıda personel istihdam edeceğinden devletin giderleri ciddi şekilde azacaktır.

c.Bir taraftan devlet daha az memur istihdam ederek bütçe yükünü hafifletirken, diğer yandan bütçe gelirlerini artırmış olacaktır. Çünkü noterlerin yapacakları iş sayısı ne kadar çoğalırsa, devletin kasasına girecek olan harç geliri ile Katma Değer Vergisi ve Gelir Vergileri de o miktarda fazla olacaktır.

d.Noterlerden alınan ve şimdiki uygulamada ortalama yüzde (%35) otuzbeşlerde seyreden Hazinenin serbest meslek kazancından aldığı gelir vergisi fazlalaşacaktır.

e.Devletin noterleri denetleme ve kontrolü basitleşecek, denetim mekanizması hem seri ve hem kolay işleyecek, uygulamadaki müfettiş-noter görüş farklılıkları da kendiliğinden ortadan kalkmış olacaktır.  Denetim kolaylaşmış olmakla kalmayacak, daha sağlıklı, daha verimli ve amaca daha uygun teftiş sistemi  yaşama geçirilmiş olacaktır.

f.Taşınmaz alım-satımlarının ve benzeri önemli konusu para olan işlemlerin noterler tarafından yapılması rüşvet gibi, yolsuzluk gibi, adam kayırma veya adamını bulma gibi gayri ahlaki ve gayri etik yaklaşımları ve uygulamaları da bertaraf edecek, toplumsal ahlakımızı ve insanların birbirine güvenini derinden yaralayan suistimallerin ortadan kalmasını sağlayacak, ekonomi kayıt altına alınacak, alanın da satanın da huzur ve güven içinde işlemlerini yaptırmaları mümkün olacak, günümüzde vatandaşlarımızın zaman zaman yaşadıkları ve yakındıkları kandırılma, aldatılma, yanıltılma gibi endişeleri yaşamadan her türlü menkul ve gayrimenkul mallarını tam bir güven ve huzur içinde alıp satmaları temin ve tesis edilmiş olacaktır.

g.Noterlere tevdi edilen işlerin ve işlemlerin çeşidi artırılmalıdır. Buna paralel noterin yetkileri, hakları ve sorumlulukları da Avrupa Birliği ülkelerinde uygulanmakata olan  standartlara yükseltilmelidir.

h.Noterlerin  yaptıkları  işler arttığı oranda noterliklerde istihdam edilen personel sayısı da artacak,  bu da kamunun halen görmekte olduğu bir kısım hizmetleri (mesela taşınmaz alım-satımı ve taşınmazlarla ilgili her türlü işlemler gibi) notere devretmesiyle oluşacak istihdam açığını  fazlasıyla kapatmış ve telafi etmiş olacaktır.  Ülkemizdeki  hukuk davalarının yarıdan fazlasının gayrimenkul kiraları ile ilgili ihtilafların oluşturduğunu gerçeğini göz önüne aldığımızda konunun önemi ve aciliyeti kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.  Yukarıda da değindiğimiz gibi, kira sözleşmelerinden alınan Damga Vergisi ve Değerli Kağıtlar Vergisi kaldırılır, harç da makul bir orana indirgenirse hem kayıt dışı ekonomi ile etkin bir mücadele edilmiş ve hem de mahkemelere yansıyan kira davaları ciddi oranda azalacağından mahkemelerin iş yükü büyük çapta azalacaktır.

i.Bugün hepimiz tarafından bilinen bir gerçeklik var: Türk Maliyesi, noterlerin dışındaki vergi mükelleflerinden, onların gerçek gelirleriyle mütenasip vergi toplayamıyor. Başka bir anlatımla basit veya gerçek usülde defter tutan gerçek ve tüzel kişi vergi mükellefleri, bilanço esasına göre defter tutan tacir ve sanayiciler ve serbest meslek erbabı olan vergi mükelleflerinin gerçek gelirleri (kaydi gelirleri değil) ile vergi dairelerine ödedikleri vergiye konu gelirleri arasında ciddi boyutlarda orantısızlık mevcut. Yani büyük vergi kaybı var.  Bu bir sır değil. En iyi ve en ileri vergi mevzuatını veya vergi sistemini; hiçbir ayrım yapılmaksızın herkesin her türden gelirlerinin ve giderlerinin beyan edildiği (kayıt altına alındığı) ve herkesin kazancına göre makul ve adil vergi ödediği , ekonomik ve ticari yaşamda, yani içinde paranın olduğu bilumum iş ve işlemlerde kayıt dışı unsurların minimuma indiği vergi sistemi olarak tarif edecek olursak ve böyle bir sistem Türkiye için gerekli ve yararlı ise, bu sistemin hayata geçirilmesinde noterlikler en güzel örnek ve öncü kabul edilebilir. Zira noterliklerde kayıt dışı gelir ve kayıt dışı gider olmadığı gibi vergi ziyaı veya kaçağı da yoktur.

7.Bilindiği üzere Türkiye’nin de dahil olmak istediği ve yapısal reformlar yaparak alt yapı hazırlayıp girmeye çalıştığı Avrupa Birliği’ne üye başta Almanya, Fransa, İngiltere, Portekiz, Slovenya, Hırvatistan olmak üzere Kıta Avrupa’sındaki çok sayıda ülkede, ayrıca mesela Fas ve Cezayir gibi Afrika ülkelerinde taşınmaz alım-satımları ve taşınmazlarla ilgili pek çok işlem noterlikler tarafından yapılmaktadır.  Yine Fransa ve öteki pek çok Avrupa ülkesinde özellikle aile, miras ve şirketler hukuku dallarında  noterler geniş yetkilere sahipler. Bu uygulamalardan bu ülkelerin insanları ve yönetimleri son derece memnun bulunmaktadır. Hiçbir şikayetleri yoktur. Türkiye’mizde de Noterler taşınmaz alım ve satımları başta olmak üzere taşınmazlarla ilgili her tür işlemleri başarıyla yapabilecek deneyime, ehliyete ve yetkinliğe fazlasıyla sahiptirler. Bu uygulama hayata geçirildiğinde bizim halkımızın ziyadesiyle memnun olacağına eminim.  Bunun en güzel, taze ve canlı örneği motorlu araç satışları, Veraset İlamları ve terk eden eşe Eve Dön İhtarnameleridir.  Ayrıca hepimizin utanç duyduğu zaman zaman da olsa zuhur eden tapu dairelerindeki rüşvet haberleri de kendiliğinden sonlanmış olacaktır.   8.Öte yandan noterlerin işlevleri bağlamında ortaya çıkan en önemli yeniliklerden biri, onları karakterize eden temel figür haline gelmiş bulunan ‘danişmanlik işlevi’dir. Günlük işlerimizi ifa ederken her gün onlarca vatandaşa ücretsiz danışmanlık hizmeti vermekteyiz. Bu konunun da yasal bir statüye kavuşturulması hayati önem arz etmektedir. Böylelikle ‘danışma ücreti’ yasal statüye kavuşturularak noterlerin gelirlerine dahil edilecek ve bu da doğal olarak vergilendirilecektir.

ÖZET VE SONUÇ

1.Noterlik işlemlerinden Hazine adına alınan para “İşlem Vergisi veya İşlem Harcı” adı ile tek bir kaleme indirilmelidir.

YARARLARI:

  1. İşlem sayısı ve çeşidi artacağından hazine gelirleri bugünkünden fazla olacaktır. b. Noter ücretleri, dolayısıyla noter gelirleri artacağından devletin noterlerden alacağı vergi miktarı ciddi oranda artacaktır.                                                                            c. Devletin noterleri denetleme ve kontrolü basitleşecek, denetim mekanizması hem seri ve hem kolay işleyecek, uygulamadaki müfettiş-noter görüş farklılıkları da kendiliğinden ortadan kalkmış olacaktır.  Denetim kolaylaşmış olmakla kalmayacak, daha sağlıklı, daha verimli ve amaca daha uygun bir teftiş sistemi yaşama geçirilecektir.                                                                    2. Noterlerin iş çeşidi ve sayısını arttırıcı yasal düzenlemeler yapılmalıdır. En başta taşınmaz alım ve satımı  ve taşınmazlarla ilgili her türlü akitleri yapma görevi noterlere devredilmelidir.

YARARLARI:

  1. Devlet daha az personel istihdam edecek. b. Maliye’nin personel giderleri azalacak. c. Yargının yükü hafifleyecek.                                         d. Vatandaşlarımız resmi dairelerde şimdiki gibi vakit yitirmeyeceğinden ve rüşvet gibi ahlaksız tekliflerle karşılaşmayacağından yeni uygulamadan memnun olacaklardır.                                                                         3. Noterlik Ücret Tarifesi’nin sınırları belirlenmeli ve yasal statüye kavuşturulmalıdır.

YARARLARI:

Her şey açık ve şeffaf hale gelmiş olacak, vatandaş ödeyeceği parayı önceden bilecektir.

TÜRKİYE’DE EN DÜZENLİ VE GELİRİNE GÖRE EN YÜKSEK ORANDA VERGİYİ NOTERLER ÖDÜYOR

l970’lerden itibaren kitap-kırtasiye ticareti yaparak iş ve çalışma hayatına başladım ve daha sonraları defter imalatı, 17 yıl serbest avukatlık ve 2000 yılından itibaren de noter olarak ekonomik yaşamın içerisinde bulunmaktayım. Konuyla ilgili okuduklarımdan, dinlediklerimden, gördüklerimden ve yaşadıklarımdan oluşan deneyimlerimle vardığım bir sonuç var. O da; kimse üzerine alınmasın ve kırılmasın ama isteyerek veya istemeyerek kabul edelim ya da etmeyelim Türkiye’de apaçık bir gerçek var: Küçük esnaf, sanatkar, KOBİ statüsündeki işletmeler ve sanayiciler, büyük sanayiciler ve tacirler, doktor, avukat, muhasebeci ve mali müşavirler, mimarlar, mühendisler gibi ünvanı, adı ve tanımı ne olursa olsun her türden, her zümreden, her gruptan, her sınıftan oluşan vergi mükellefleri ve vergiye tabi gelir elde eden vatandaşlarımız ve şirketlerimiz  vergiye konu olan gelirlerini eksiksiz, sağlıklı, düzenli ve şeffaf olarak beyan etmiyorlar, etmek istemiyorlar ya da edemiyorlar. Adımız, görevimiz, ünvanımız, yetkimiz ne olursa olsun bu gerçeği hiçbirimizin görmezlikten gelme hakkımız ve lüksümüz olamaz. Bunun böyle olmasında vergi mevzuatının dağınıklığının, karmaşıklığının ve uygulamasının zorluğunun payı kadar, vergi oranlarının bir hayli yüksek olmasının da payı bulunmaktadır.  Sözün burasında bir parantez açmamız gerekiyor: Gelir Vergisi ve Katma Değer Vergisi mükellefi olan noterler ülkemizde hem en şeffaf, en kolay denetlenebilir, en açık belge düzenine sahip, hem de vergi kayıp ve kaçağının sıfıra yakın olduğu serbest meslek grubunu oluşturmaktadırlar.

Bu örnek uygulamadan kamu maliyesinin azami ölçüde yararlanmasını sağlamak ve noterlerdeki uygulamayı öteki vergi mükelleflerine de teşmil etmek kaçınılmaz bir görev ve sorumluluktur. Öyleyse vergi mükellefi olan tüm kesimleri ve sektörleri adil ve yaygın bir vergi disiplini içine alıncaya kadar; yani gerekli yasal düzenlemeler yapılıp hayata geçirilinceye kadar, en azından ve vergi toplamayı çoğaltmak ve yaygınlaştırmak adına noterlere çok daha fazla iş sağlamak aklın ve mantığın doğal sonucudur.

Bunun nasıl olacağını, yukarıda özet olarak işaretlemiş bulunuyoruz.

Dikkat çekici, hepimizi uyarıcı ve uykudan uyandırıcı bir örnek olması bakımından kira sözleşmelerine noter onayı getirme şartını ele alalım. Lütfen hiçbir şeye önyargı ile bakmayalım. Türkiye’de 16.000.000’dan fazla konut var. Ve bunun beşte biri kadar da, yani 3.000.000 adet de işyeri/dükkan olduğunu kabul edelim. Toplam rakam 19-20 milyon adet bağımsız bölümden oluşan konut ve işyerinin yaklaşık beşte ikisi kirada bulunuyor.  Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2007 yılı gelir ve yaşam koşulları araştırma sonuçlarına göre her 10 kişiden 4’ü kirada oturuyor. Kendilerine ait konutta oturanların oranı ise yüzde 60. Bu demektir ki, ülkemizde yaklaşık 8 milyon kiracı var.

Noterlik işlemlerinden artık karşılığı kalmayan ve örneği olmayan Damga Vergisi Kanunu ve Değerli Kağıtlar Kanunu gereği alınmakta olan ve oldukça önemli rakamlara baliğ olan iki kalem verginin kaldırılması halinde noterlik işlemlerinin maliyeti ciddi oranlarda azalacağından, kiranın süresi ve miktarı ile değişecek makul orandaki devletin verdiği hizmetin karşılığı olarak alınacak NOTER HARCI ile yetinilmesi halinde, noterliklerde onaylanacak kira sözleşmeleri yıllık bazda 4-5 milyon adedi bulacaktır. Bunun da hazineye yıllık getirisi ortalama 100.000.000,00 TL ile 200.000.000,00,TL. arasında olacaktır.

Mevcut uygulamada ise sözleşmenin süresi ve kira bedeli ne kadar az olursa olsun noterliklerde onaylanan bir kira sözleşmesinin en ucuzu taraflara 100,00 TL’nin üzerinde masrafa mal olmaktadır. Bu rakamın 43,50 TL’si Değerli Kağıt bedelidir. Hal böyle olduğu içindir ki, gerek konut sahipleri, gerek işyeri ve dükkan sahipleri kiracılarla yaptıkları akitleri notere onaylatmaktan vazgeçiyorlar ve kendi aralarında imza altına alıyorlar. Elbette ülkemizde sözleşme serbestisi ve herkesin dilediği şekilde sözleşme yapma özgürlüğü var. Bir özgürlük toplumun zararına, bireylerin çıkarına hizmet eder hale gelmişse ve kayıt dışı ekonomi hortlamışsa, idarenin bu konuda makul tedbirler alması kaçınılmazdır.

Hasılı her şeyde olduğu gibi ekonomi alanında başarı çok üretmek, ürettiğini ucuza mal etmek ve kaliteli ürün yaratmaktan geçer.  Ekonominin de, ticaretin de, sanayinin de, ihracatın da, kalkınmanın da, refahın da motoru bu ilkedir. Üretmek için sermayenin atıl halde durmaması, işin ehli, çalışkan, güvenilir, dürüst ve yetkin girişimcilere halkın ve kamunun karşılıksız veya maliyetsiz sermaye desteği sağlaması ekonomide başarıyı getirecek en sağlam çözüm formülüdür.

Sözün özü; Türkiye sadece kayıt dışı ekonomiyi önleyebilse, her yıl yukarıda adları yazılı büyük projelerin yaklaşık iki katı kadar önemli ve ülkemizi her alanda zıplatacak projelere imza atabilir.

Kayıt dışı ekonomi hakkında çok şey söylenebilir, değişik görüşler serdedilebilir. Ancak bunlara pek gerek yok. Çünkü akıl, izan ve insaf sahipleri için her şey ayan beyan ortada. Sonuçları ve tahribatları da aşağı yukarı herkes tarafından biliniyor.

ÖZETLEYEREK SÖYLERSEK TÜRKİYE’DE KAYIT DIŞI EKONOMİNİN ANA NEDENLERİ ŞUNLARDIR:

  1. Vergi oranlarının yüksek olması.
  2. 2. Vergi yasalarının, kısaca tüm vergi mevzuatının karmaşık, dağınık, dilinin anlaşılmaz olması, uygulamasının çok zor ve alengirikli olması. Vergi dilinin ağır ve ifadelerin, tanımların, anlaşılması güç sözcüklerle ifade edilmesi.
  3. 3.  Konusu para olan ve hazineyi ilgilendiren hemen her yasada mutlaka birden fazla “istisna” ve “muafiyet” hükmünün yer alması. Mesela ücret ve maaş hesaplamasını öyle sanıyorum ki Sayın Maliye Bakanı bile yapamaz.
  4. 4. Sahtecilik, Rüşvet ve Vergi kaçırma suçlarının müeyyideleri, bu ahlak dışı sapkınlıkları önleyici olmaktan fersah fersah uzak olması. Zaman zaman alınan veya halen var olan önlemlerin bu tür kötülüklere meyli olanları ıslah ve disipline edecek kalitede olmayışı. 5. Belki de bütün bu faktörlerin hepsini içinde barındıran ana neden ise yaygınlaşma eğilimi gösteren bilinçsizlik, bireyse ve toplumsal cehalet ve çıkarcılık.

ÇÖZÜM İÇİN ÖNERİLER

  1. Vergi verme kültürünün yaygınlaştırılıp geliştirilmesi.
  2. Vergi vermenin bir angarya olmadığının, bilakis bireysel, toplumsal ve sosyal bir görev olduğunun, zekat kurumunun günümüzdeki karşılığı olduğu gerçeğinin insanımıza iyi ve doğru şekilde anlatılması.
  3. Toplumun bütün kesimlerini, fertlerini ve hükmi şahıslarını içine alan yeni bir vergi sistemi kurulmalı. Bunun için mevcut yapı tamamen lağvedilip sonlandırılmalı. Zaten bir konuda mevcudu yıkmaksızın yerine yenisini ve daha iyisini kuramayız.
  4. Yeni vergi sitemi hemen herkesin anlayabileceği ve uygulayabileceği şekilde açık, anlaşılır ve sade bir dille yazılmalı.
  5. Sistemin esası şu olmalı:  Herhangi bir gelir elde eden her kişi ve kurum-şirket istinasız bütün gelirlerini GELİR ve kime, nereye ne harcarsa harcasın bilumum giderlerini gider yazmalı.  Aradaki fark vergi matrahı olarak vergilendirilmeli.
  6. Her türlü Vergi ve Harç muafiyetleri ve istisnaları kaldırılmalı. Bunun yerine yatırım teşvikleri; teşvik kapsamında yatırım yapan veya üretim yapan vergi mükelleflerine 3-5 yıl gibi sürelerle faaliyetlerinin konusuna göre değişen vergi vermeme olanağı sağlanmak suretiyle uygulanmalı.
  7. Günümüzde anlamı kalmayan, hizmet olarak karşılığı olmayan Damga Vergisi, özel iletişim vergisi,  sadece noterliklerde uygulanmakta olan Değerli Kağıtlar Vergisi,  Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisi gibi vergiler tamamen kaldırılmalı. Bunlardan doğacak vergi kaybı ise vergilerin çok geniş kesimlere yayılması, vergi kaçağının önlenmesi suretiyle karşılanmalı.
  8. Sahte belge düzenlemek ve bunları kullanmak, vergi kaçırmak “yüz kızartıcı suç” kapsamına sokularak çok ağır ve caydırıcı yaptırımlara bağlanmalı.
  9. Vergi salt gelirden değil, aynı zamanda servet üzerinden de makul oranda vergi alınmalı.
  10. Vergi oranının üst sınırı tüm mükellefler için  % 20’yi geçmemeli.

SON SÖZ: Milletini ve ülkesini seven bir insan olarak ben kendi adıma “Tükettiği halde çalışmayan ve üretmeyen herkes kayıt dışı hırsızdır.” diyorum. Bunun anlamı şudur: Yaşayan her insan hayatını idame ettirebilmek için yemek ve içmek zorundadır, yani tüketmek zorundadır. Tüketmek için de aralıksız üretmek gerek. Üretim faaliyeti ise çalışmayı, gayreti ve cehdi gerektirir. Şayet bir insan beden ve akıl sağlığı yerinde ve çalışmaya elverişli olduğu halde çalışmıyorsa, o insanın tükettiğini başkaları üretecek, yani çalışmayan insanın rızkının sorumluluğunu başka insanlar sırtlanacak demektir. Üretim ya kas gücüyle, yani bedensel devinimler yoluyla yapılır, ya da akıl kullanılarak ve işletilerek zihinsel ve fikirsel üretimler yapma şeklinde yapılır. Yüce Yaratıcı insanı beden ve enerji olarak hareket etmeye, yani çalışmaya uygun şekilde yaratmıştır. İnsan bedenen ve ruhen ne kadar çok, sürekli ve düzenli çalışırsa o ölçüde sağlıklı ve dinç kalır, verimli ve üretken olur,  beyin olarak gelişir ve aklını kullanma, aklını hayırlı, yararlı ve verimli alanlarda işletme konularında gelişir. Bu ise hem bireyler için hem toplum için iyi, güzel ve yararlı amel demektir.

Millet olarak şu gerçeği hiç unutmayalım: Ekonomik özgürlüğü olmayan bir milletin siyasal özgürlüğü de, askeri özgürlüğü de, demokratik hak ve hürriyetleri sonuna kadar kullanma özgürlüğü de olamaz.

Diplomatik Bir Haçlı Seferi

YÜKSEL KANAR

Avrupalı Haçlılar … ilk kez 11. ve 12. yüzyıllarda, bu siyasal bakımdan parçalanmış Ortadoğu dünyasına girdiler ve Urfa, Antakya, Trablus ve Kudüs’te dört Latin krallığı kurdular. Bölgede 200 yıllık sıkıntılı bir egemenlikten ve daha pek çok Haçlı Seferi’nden sonra Avrupalılar doğu Akdeniz’den atıldılar.[1]

1

Franco Cardini, “On üçüncü yüzyıl İslâm yanlısı bir çağ mıydı?” diye soruyordu. Bir yandan Haçlı Seferlerinin ağırlaşan baskısı, bir yandan da Moğolların çekirge sürüleri gibi, geçtikleri yeri dümdüz edip taş üstünde taş bırakmamaları bu yüzyıla rastladığına göre, hiç de İslâm yanlısı sayılmaz. Hatta doğrusunu söylemek gerekirse İslâm dünyasının onüçüncü yüzyılda uğradığı felâketler, sadece ondokuzuncu yüzyıldaki yıkımla karşılaştırılabilir.

Cardini için bu yüzyılın, Avrupa kıtasının kimliğinin oluşturulmasında kilit öneme sahip, Avrupa tarihinin en önemli yüzyıllarından biri olduğu, “su götürmez bir gerçek”. Fakat gerçeğin daha da büyüğü, onüçüncü yüzyılın, “Haçlı Seferleri’ne rağmen veya o nedenle, Hıristiyanlık ile İslâm’ın birbirine en yakın olduğu dönem” olması.

İnsanlar arasındaki ilişkileri yönlendiren düşmanlıklar ne kadar büyük olursa olsun, eğer iki insan ya da medeniyet arasında dostluğa aralanan bir kapı bulunabilirse, işte o zaman dünya sıcak ve sıkı bağlara sahne olabilir.

Cardini, Doğulu ve Batılı tarihçiler için ilginç bir kişilik olan II. Frederick’in, Batılıların gözünde İmparator veya Kral değil, “Emir” veya “vaftiz edilmiş Sultan” olduğunu söyler. “Vaftiz” nasıl Hıristiyanlığın belirleyici özelliği ise, özgün söylenişiyle “Emir” veya “Sultan” da, bir İmparatorun Müslüman kimliğe yakınlığının ifadesi. Bu yüzden Sicilya ve Almanya veya Kutsal Roma İmparatoru II. Frederick, “yüzyıllar boyunca, Papalık Meclisi’ndeki hasımları ve Guelf propagandacılarının kendisini küçük düşürmek için kullandıkları bu lakaplarla anılmıştır. Bu lakaplar daha sonra on dokuzuncu yüzyılın önemli Arap uzmanlarından Michele Amari tarafından yeniden canlandırılmış ve Arap kaynakların ‘el İmbiratur’ adıyla tanıdığı bu adamın hemen tüm biyografi yazarları tarafından günümüze kadar kullanılmıştır”. Bizim tarafımızdan, yani Müslüman âlemden edindiğimiz bilgilere bakılırsa II. Frederick, Palermo’da Müslüman cemaat liderleri tarafından yetiştirilmiştir. Batılı kaynaklar ise onun Latince dışında Yunanca ve Arapça konuştuğundan söz ederler.

  1. Friedrich: Kutsal Roma İmparatoru, Kudüs ve Sicilya Kralı

Frederick çocukluk yıllarından beri İslâm kültürüne aşinaydı ve büyük ihtimalle İslâm kültürüne hayrandı. Bu özelliğiyle aslında Norman zamanlarından kalma bir geleneği sürdürmekteydi. Sicilya’nın son Norman Kralı II. Guglielmo (1154–1189) arkasında çocuk bırakmadan ölmüş ve taç, teyzesi Constanza’ya geçmiştir. Constanza’nın kocası, Friedrich Barbarossa’nın 1191’de imparator olan oğlu VI. Heinrich’dir. Geleneğe göre eğer taç bir kadına kalmışsa, kral, onun adına babası veya kocası oluyordu. Ünlü tarihçi Jacques Le Goff’un deyişiyle Heinrich, “1197’de zamanından önce öldüğünde”, karısından dolayı kendisine kalan Napoli ve Sicilya krallığını oğluna, geleceğin II. Friedrich’ine bırakmıştır. İyi işleyen bir bürokrasi devralarak Norman atalarının çabalarını sürdüren ve hatta onları geride bırakan Friedrich, krallığını, en iyi şekilde örgütlenmiş monarşilerden birine dönüştürmüştür. Devlet onunla, Roma ve Bizans yanında, Müslümanlardan da büyük etkiler taşıyan ve derebeyliğe son veren “Melfi Yasaları” ile akılcı, çağdaş temel yasalar doğrultusunda örgütlenmeye çok müsait bir yapısal özelliğe kavuşmuştu. Polermo böylece, Hıristiyan Avrupa’da muhteşem Bizans ve Müslüman kentleriyle rekabet edebilen tek kent olmuştur. Kültürel açıdan bakıldığında Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudilerle sürekli işbirliği içinde çok sayıda eserin çevirisi yapılmış, böylece şehir, olağanüstü bir başkent kimliği kazanmıştı. Le Goff, eğer şehrin önce Fransızlar tarafından alınıp 1282’de tarihe “Sicilya Vesperum Ayaklanması” olarak geçen soykırıma uğratılmamış, hemen ardından da Aragon tarafından daha kalıcı olarak fethedilmemiş olsaydı, Akdeniz Hıristiyan âleminin bu olağanüstü parçasının rahatlıkla İslâm dünyasının bir parçasına dönüşebileceğini yazıyor.[2] Hagen Schulze ise, “hayran çağdaşları tarafından ‘dünyanın çehresini değiştiren dâhi’ olarak nitelendirilen, zamanının çok ilerisinde bir hükümdar” diyerek, onun geliştirdiği Sicilya devletini “gereğinden fazla yeni, gereğinden fazla zamanının ilerisinde bir hükümdarın ürünü” olarak görüyordu.[3]

Normanlar zamanında II. Ruggiero, İdris’in başlattığı coğrafya ve harita çalışmalarını ilerletmiş, tahta çıkan iki William da astronomi ve matematik çalışmalarının tercümesine destek vermişti. II. Frederick daha spekülatif araştırma alanları olan felsefe ve doğa bilimlerine ilgi duyuyordu. Arap kültürü ve biliminden haberdar olmasına rağmen Norman saray camiası daha çok Yunan ilmine ilgi göstermiştir. Dördüncü Haçlı Seferi’nden sonra Bizans İmparatorluğu krallıklara bölündü; bu krallıklarda Helen ilminin gerilemesi ve çöküşü kaçınılmazdı; buna karşılık İmparatorun özellikle 1228–1229 yılları arasında Doğu’yu ziyaret ettikten sonraki siyasi ve diplomatik faaliyetleri onu İslâm âlemini daha derinden araştırmaya teşvik etti.

Michael Scot, Frederick’in sarayına 1227’de gitti. Britanya’da doğmuş, Toledo’da okumuş olan Scot, kısa bir süre içinde tam bir Sicilyalı haline gelmişti. On ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda Arapçadan bin bir zahmetle tercüme yapmış olan tercümanların tüm işlerinin tek başına üstesinden gelmişti adeta. Saraya geldiği sırada Nureddin Ebu İshak Bitruci’nin (Batı’da ‘Alpetragius’ adıyla bilinir) ünlü kitabı Kitabü’l-Hey’enin (Gökbilim Kitabı) çevirisini henüz bitirmişti; bu kitapta güneşin ve gezegenlerin hareketi, düzeltilmiş Aristoteles fiziğine uygun bir biçimde açıklanıyordu. Scot Yunanca ve Arapçadan bir sürü Aristocu metin de çevirdi; bunların içinde bir tanesi özellikle İmparatorun doğa bilimlerine olan ilgisini besleyecek türdendi. Bu kitap Historia animaliumdu; Scot buna Frederick’e ithafen İbn Sina’nın bu kitapla ilgili açıklamalarını içeren eseri Abbreviato Avicannae de animalibus’u da eklemişti. Sicilya’nın o dönem, temel olarak İbn Sina ve İbn Rüşd’ün eserleri aracılığıyla Aristotelesçi düşüncenin merkezi haline gelmesi Michael Scot sayesindedir. Scot’un kendisi de astrolojiye ve çoğu açıdan astrolojiye benzeyen iki bilime, yani simya ve fizyonomiye meraklıydı. Bu iki alanla ilgili çok şey yazmıştı; bu yazıları yazarken özellikle Razî, Ebu Ma’şer ve Fergânî’nin eserlerinden etkilenmişti.

1330’ların ortalarında büyük güçleri arkasına almış başka bir alim Palermo’daki Magna Curia’da boy gösterdi. Bu kişi Antiochlu Theodore’ydi ve oraya büyük bir ihtimalle Mısır Sultanı Kâmil tarafından gönderilmişti. Theodore evrak dairesinde görevlendirilmişti; orada Müslüman ülkelerin saraylarına mektup yazıyordu. İmparatorluğun evrak dairesinde bir Arap departmanı olduğunu biliyoruz; evrak dairesinde yazılan yazıların tarz ve biçiminin, hatta bunların Latince versiyonlarının açık bir biçimde Arapçadan etkilendiği de söylenir. Suriye’den gelme bir Monofizit Hıristiyan olan Theodore, Yakındoğu ve Mağriple ilgili metin ve bilgileri yorumlamış, tıp ve hijyenle ilgili kitaplar tercüme etmişti.[4]

Frederick ile, onun 1250’deki ölümünden iki yıl sonra tahta oturan Kastilya ve Leon Kralı X. Alfonso’nun ortak yanları, her ikisinin de Arap kültürüne duydukları büyük ilgidir. X. Alfonso İspanya’da el Sabio (‘Bilge’) adıyla bilinir ve Frederick’le birlikte entelektüel çalışmalarla geçen o büyük yüzyılın büyük entelektüel hükümdarlarından biri olarak kabul edilir. Ancak o, bir Haçlı olarak II. Frederick’ten daha inançlı bir hükümdardır. Yine de Bilge Kral’ın, bir alim ve Reconquista topraklarında yaşayan Hıristiyan olmayan topluluklara büyük saygı ve anlayış gösteren bir hükümdar olarak anılmak konusunda hayli talihli olduğu söylenebilir. Onun Hıristiyan olmayan topluluklara gösterdiği bu hoşgörü, ne yazık ki kendisinden sonra gelen hükümdarlar döneminde azalmaya başlamış ve on beşinci yüzyılın sonlarında tamamen yok olmuştu.[5]

2

Selahaddin Eyyubî’nin ölümünden sonra, Eyyubi İmparatorluğu onun üç oğlu arasında, Aziz Mısır’ı, Efdal Şam’ı ve Zahir de Halep’i almak suretiyle paylaşılır[6]. Ama Selahaddin arkada iki erkek kardeş ve çok sayıda yeğen daha bırakmıştır. Sonunda tam dokuz yıl süren, hepsi de Eyyubi İmparatorluğu’nu kendi yönetimi altında tek bir lidere boyun eğecek şekilde birleştirmek isteyen mirasçıların kanlı mücadeleleri başlar. Mücadelenin galibi, Selahaddin’in kardeşi Adil olur. Adil, Aziz’le birleşerek 1196’da Efdal’in elinden Şam’ı alır ve büyük sultan olur. Bundan iki yıl sonra Selahaddin’in Mısır’ı verdiği ve Şam’ı alarak büyük sultan olan Azîz’in, ehramların yakınında çıktığı bir avda attan düşerek ölmesi üzerine, 1202 yılından itibaren Adil, Eyyubi İmparatorluğunun tartışılmaz sahibi olur. Emin Maalouf onu bize şöyle tanıtır:

Şöhretli ağabeyinin ne karizması ne de dehasına sahiptir gerçi, ama yine de ondan daha iyi bir idarecidir. Onun yönetimi altında Arap âlemi bir barış, refah ve hoşgörü dönemi yaşar. Kudüs geri alındıktan ve Frenkler de zayıfladıktan sonra cihada gerek kalmadığını düşünen yeni sultan, Frenklere karşı bir arada yaşama ve ticari alışveriş politikası izler; hatta yüzlerce İtalyan tüccarın Mısır’a yerleşmesini teşvik eder. Arap-Frenk cephesinde geçmişte hiç benzeri görülmemiş bir sükûnet hüküm sürer yıllarca[7]

Adil’in oğlu Melik Kâmil, daha Mısır naibi olduğu sıralarda, 1202’de Akdeniz’in en büyük deniz gücü olan Venedik Cumhuriyeti ile görüşmeler yapmaya başlayarak iyi bir yönetici ve diplomatlık yolunda deneyimini artırmaya başlar. Kâmil, Venediklilere İskenderiye ve Dimyat gibi Nil Deltası limanlarını kullanabilme güvencesi verir. Buna karşılık Dukalar Cumhuriyeti, Batı’nın Mısır’a karşı girişeceği hiçbir seferi desteklemeyecektir. Çünkü Mısır trafiği bu sıralar çok sıkışıktır.

Melik Adil topraklarını daha sağlığında üç oğlu arasında paylaştırmış, Kâmil’e Mısır’ı, Muazzam’a Şam ve Kudüs’ü, Eşref’e de Cezire’yi vermiştir. Aradan geçen zaman içinde ise durum daha da zorlaştırmıştır. Örneği Avrupa’nın en büyük hükümdarı, Almanya, Roma ve Sicilya kralı Friedrich’in ciddi olarak Haçlı hareketine katılması beklenmektedir. 1215 yılında haçı kabullenmiş, fakat papa Innocentius’tan, Almanya’daki işlerini yoluna koyuncaya kadar haçlı seferini erteleme müsaadesi almış olduğundan işi hep ağırdan almakta ve geciktirmektedir. Büyük bir emek mahsulü olduğunda kuşku bulunmayan Haçlı Seferleri Tarihinin yazarı Steven Runciman bu gecikmeyle ilgili olarak şunları söylüyor:

O, daha çocuk yaşındayken çıkmış olduğu Sicilya tahtını küçük oğlu Heinrich’e devretmeyi papaya vaat etmişti; ama kısa zamanda, haçlı seferine çıkmak hususundaki azmini sık sık teyid etmek suretiyle, elindeki krallıkların taksimini erteleyebileceğini ve papadan da imparatorluk tacını pazarlık yoluyla koparmak imkânını bulacağını keşfetmişti. Hareket noktasını dindarlık duygusundan çok siyasî ihtirasının teşkil etmesine rağmen onun doğuya sefer etmek isteği pekâlâ samimiydi. Babası Heinrich VI.’dan doğuda hakimiyete ulaşmak gayretini tevârüs etmişti, fakat bu işin gerçekleşmesi için ancak krallıklarını sım sıkı elinde tuttuğu zaman ve imparator sıfatiyle harekete geçmeyi düşünüyordu. Onun gayelerinin papa tarafından gayet açık olarak bilinmesi gerekirdi; fakat bir zamanlar ona mürebbilik etmiş olan Honorius safdil bir adamdı ve onun vaadlerini gerçek olarak kabul etmekteydi. Bu sebeple de Mısır’daki haçlılara alman ordusunun pek yakında beklenebileceğini yazıp durmaktaydı.

Bu yüzden haçlı seferi hareketsiz kalmıştı; bu hareketsizlik içindeyse Pelagius, kral Jean de Brienne, İtalyanlar ve şövalye tarikatleri arasındaki anlaşmazlıklar daha da şiddetlenmişti. Kahire üzerine bir yürüyüş, Dimyat’ın düşmesinden hemen sonra yapılmış olsaydı, belki de başarılı olabilirdi. El-Kâmil pek ümitsiz bir durumdaydı. Ordusu cesaretini kaybetmişti. Teb’ası kıtlıktan muztaripti. Kuzeyde bazı hoşa gitmeyecek olayların vukuundan endişe eden ve islâma bu an için bizzat Akkâ’ya taarruz etmek suretiyle en büyük yardımın yapılabileceğine inanan el-Muazzam, kuvvetleri ile birlikte Suriye’ye dönmek hususunda ısrar ediyordu. El-Kâmil hemen her gün, bir hristiyan ilerlemesinin haberini bekliyordu. Ordugâhını Nil’in Dimyat kolu yukarısında bulunan Talha’ya naklederek haçlı taarruzunu burada karşılamak üzere nehrin iki kıyısına da müdafaa siperleri açtırmıştı; onun beklediği bu taarruz ise hiç yapılmayacaktı.[8]

Mısır meliki Kâmil, kendisinden sıkça söz edilen ve çok sıkıntılı Dimyat krizi sırasında, Frenklerin sürekli olarak yardımlarına gelmesini bekledikleri şu meşhur Friedrich, yani “el İmbiratur”, ya da “el-emborur” hakkında sık sık sorular sormuştur kendine. Olayı, iyi bir romancı olduğu kadar iyi de bir araştırmacı olan Emin Maalouf, Arapların Gözünden Haçlı Seferleri adlı kitabında bir roman akıcılığında anlatır: Gerçekten Kral Friedrich söylendiği kadar güçlü müdür? Gerçekten Müslümanlara karşı kutsal savaş yürütmeye kararlı mıdır? Mesai arkadaşlarını sorgulayıp Friedrich’in kralı olduğu Sicilya Adası’ndan gelen seyyahlardan haber topladıkça Kâmil hayretler içinde kalır. 1225’te onun Jean de Brienne’in kızı Yolanda ile evlendiğini, dolayısıyla Sicilya, Almanya ve Roma krallıkları yanında bir de Kudüs kralı olduğunu öğrenince, kurnaz bir diplomat olan Emir Fahreddin ibnü’ş-Şeyh’in başkanlığında bir elçilik heyetini ona göndermeye karar verir. İbnü’ş-Şeyh, Palermo’ya varır varmaz büyülenir sanki: Evet, Friedrich hakkında söylenen her şey doğrudur! Arapçayı kusursuz yazıp konuşmakta, İslam uygarlığına duyduğu hayranlığı gizlememekte, barbar Batı’yı ve özellikle de Büyük Roma’daki papayı hor görmektedir. En yakın çalışma arkadaşları ve muhafızları hep Arap’tır; bunlar namaz vakitlerinde yönlerini Mekke’ye çevirip secdeye varırlar. Tüm çocukluğunu ve gençliğini o sırada Arap ilminin ayrıcalıklı ocağı sayılan Sicilya’da geçiren bu meraklı hükümdar, dar kafalı ve bağnaz Frenklerle arasında fazla bir ortak nokta hissetmez. Onun krallığında ezan sesi, hiç kimse tarafından engellenmeden çınlar.

Haçlıların Dimyat’a saldırısı

Fahreddin kısa sürede Friedrich’in dostu ve sırdaşı olur. Onun aracılığıyla, Cermen imparatoru ile Kahire sultanı arasındaki bağlar sıkılaşır. İki hükümdar birbirlerine Aristoteles mantığını, ruhun ölümsüzlüğünü, evrenin yaratılışını ele alan mektuplar gönderirler. Mektup arkadaşının hayvanları gözleme tutkusunu öğrenen Kâmil ona ayılar, maymunlar, develer ve bir fil hediye eder; imparator da bu hayvanları özel hayvanat bahçesinin Arap sorumlularına teslim eder. Sultan da Batı’da bu sonu gelmeyen din savaşlarının gereksizliğini tıpkı kendisi gibi anlayabilen, aydın bir yönetici bulmaktan pek memnundur. Bu nedenle Friedrich’e yakın bir gelecekte onu Doğu’da görmek istediğini, onu Kudüs’ün başında görmekten büyük bir mutluluk duyacağını çekinmeden yazar.[9]

Maalouf, bu teklif dile getirildiğinde, Kudüs’ün Kâmil’e değil, o sıralar arasının açık olduğu kardeşi Muazzam’a ait olduğu unutulmazsa, bu cömertlik nöbetinin daha iyi anlaşılacağını hatırlatır. Kâmil’in düşüncesine göre, müttefiki Friedrich bu kışkırtmaya kanacak olursa, onun Filistin’i işgali kendisini Muazzam’ın girişimlerinden koruyacak bir tampon devlet yaratacaktır. Ayrıca Maalouf, burada romancı kimliğini öne çıkararak Friedrich ile Kâmil arasında yeni benzerlikler icad etmektedir: “Tutkulu bir Müslüman Kudüs’ü elden çıkarmayı asla bu kadar soğukkanlı bir biçimde ele alamazdı, ama Kâmil amcası Selahaddin’den çok farklıdır. Ona göre Kudüs, öncelikle siyasi ve askeri bir sorundur; işin dini yönü ancak kamuoyunu etkilediği ölçüde hesaplara dahil edilebilir. Kendisini İslam ve Hıristiyanlık’a eşit uzaklıkta hisseden Friedrich’in tavrı da buna benzer. Kudüs’ü ele geçirmeyi istese de, bunun nedeni İsa’nın kabri üzerinde tefekküre dalmak değil, böyle bir başarının, Doğu seferini geciktirdiği için onu aforoz ederek cezalandıran papaya karşı mücadelesinde elini güçlendirecek olmasıdır.”

Oysa Franco Cardini, daha makul düşünür. Ona göre II. Friedrick’in Haçlı Seferi sözü verip de bir türlü bunu gerçekleştirmemesi, ya da bunu yapacağı bir Diplomatik Haçlı Seferi ile geçiştirmesi “ne kişisel açıdan İslâm yanlısı bir tavır olarak algılanmalı ne de Haçlı hareketine veya fikrine karşı bir hoşlanmama durumu olarak. Frederick iter Hierosolymitanum’un o dönemlerde papalığın elinde siyasi bir araç haline geldiğinin pekâlâ farkındaydı; İmparator olarak, büyükbabasının kırk yıl önce yapmak istediği şeyi, Kutsal Topraklar’ın denetimini ele geçirmeyi istiyordu. II. Frederick 25 Temmuz 1215’te (Havari Aziz Yakub Yortusu sırasında) Aix-la-Chapelle’de yapılan ve Alman Kralı tacını giydiği, dolayısıyla ‘Kutsal Roma İmparatorluğu’nun Kralı’ ilan edildiği tören sırasında Haçlı seferine katılmıştı; imparatorluk tacını Papa’nın elinden almayı bekliyordu.” Bu nedenle Haçlı Seferinden vazgeçmiş olamazdı; hiçbir Avrupalı imparator ya da kral bu düşünceyi zihninden söküp atamazdı. Sürekli gündemde tutulan ve onunla tanışmadan önce Melik Kâmil’i de tedirgin eden Mısır seferini ise, sadece zamansızlığına inandığı için erteliyordu: “Mısır’a saldırması o sıralardaki çıkarlarına hizmet etmezdi veya böyle bir şey o sıralardaki fikirlerine uygun değildi; zira böyle bir şey el Melik el Kamil’i kendisinden uzaklaştırırdı ve el Melik oyuna getirilmemesi gereken önemli bir siyasi ve diplomatik bir müttefikti onun için. Frederick’in Kahire’yle ittifakı Papa IX. Gregorius’un kendisine düşman olduğunu açıkça belli ettiği için ayrı bir öneme sahipti. Fransız-Suriyeli baronların son derece güvenilmez oluşları Frederick’in Kutsal Topraklar üzerinde denetim kuramayacağını, kursa bile bunun uzun ömürlü olamayacağını gösteriyordu. Belki Norman atalarının politikalarını izlemeye devam ettiği için (o öldükten sonra da Sicilya’yı yönetenler aynı politikayı izleyecekti: Manfred, sonra Anjoulular, sonra da Aragonlar) belki de belli bazı nesnel jeopolitik ilkelerden dolayı Frederick’in amacı Mısır’ın sultanlarıyla olduğu kadar Kuzey Afrika hanedanlarıyla da iyi ilişkiler içinde olmaktı. Bu amaç Akdenizli bir hükümdarın diplomatik politikası hakkında bize bazı şeyler söyleyebilir belki ama İslâm’ı anlamak veya onunla gizli bir ittifak kurmak gibi bir amaca asla işaret etmez.”[10]

Friedrich’in 1220 kasımında Roma’ya gelmesi ve papanın da onu, karısı Konstanza ile birlikte imparator ve imparatoriçe olarak taçlandırmasına karşılık Friedrich, gelecek ilkbaharda doğuya hareket etmeyi kesin olarak vaat etmişti. Bu arada Papa Honorius artık Friedrich’in vaadlerinden iyice şüphe duymaya başlamıştı. “Hatta Pelagius’a, şartlarını Roma’ya haber vermeden sultanın herhangi bir barış teklifini reddetmemesini de bildirmişti. Ancak imparatorluğa yeni kavuşmuş olan Friedrich bu sefer işi ciddi tutar görünüyordu. Tebeasından haçlı seferine katılmasını içtenlikle talep etmiş ve Bavyera dükü Ludwig kumandasında büyük bir kuvveti yola çıkarmıştı. Bu kuvvet ilkbahar başlangıcında İtalya’dan denize açıldı”[11].

Ludwig’in yaklaşması Pelagius’u büyük umutlara düşürür. Bu gelişten tedirgin olan Melik Kâmil’in, bütün Kudüs’ü ve Filistin’i vermek suretiyle yaptığı barış teklifini, papanın tembihini de unutarak reddeder. Ancak, kendisi gelmeden büyük saldırılara geçmemesini emretmesine rağmen, beş hafta geçtiği halde Friedrich’in Avrupa’dan yola çıktığına ilişkin bir haber alınamayınca, müslümanlara saldırmak için büyük istek duyan Ludwig, Pelagius arzusuna uyarak saldırıyı başlatır. Ancak başarılı olamazlar ve geri çekilmek zorunda kalırlar. Beşinci Haçlı Seferi böylece büyük bir başarısızlığa uğrar.

Nihayet Friedrich, kendisini Kudüs kralı yapan Jolande ile evlenirken, evlenme müzakerelerinin başında Papaya, 1227 ağustosunda Doğu’ya hareket edeceği, şimdi (yani 1225’de) derhal 1000 şövalye göndereceği ve yeminini yerine getirmediği takdirde, kilisenin olması şartıyla teminat olarak Roma’ya yüz bin ons altın yatıracağı konusunda andiçmişti.

Eskiden verdiği diğer sözlerin muhatabı olan ve kendi mürebbiliğini yapmış olan Papa Honorius ölmüş (Mart 1227), yerine “daha sert bir ağaçtan yontulmuş” IX. Gregorius geçmişti. Artık daha dikkatli olması, verdiği sözü mutlaka yerine getirmesi gerekiyordu. Çünkü bir daha kendisini affedecek bir Papa bulamayabilirdi. Nitekim öyle de yaptı. Artık yola çıkmaya hazır görünmekteydi. Bu sıralarda Exeter ve Winchester piskoposlarının maiyetinde bir grup Fransız ve İngiliz hacısı doğuya doğru denize açılmış bulunuyordu. 1227 yılında imparator Apulya’da büyük bir ordu hazırladı. Bir malarya salgınının orduyu hırpalamasına rağmen binlerce savaşçı ağustos ayında dük IV. Heinrich Von Limburg kumandasında Brindisi’de gemilere bindi. Daha henüz demir alınmıştı ki, refakatinde bulunanlardan kont Ludwig von Thüringen ağır hastalandı. Bindikleri gemi Otranto’ya yanaştı; burada Ludwig von Thüringen öldü ve bizzat Friedrich aynı hastalığa tutuldu. İmparator, Kudüs patriği Gerold de Lausanne kumandasında Akkâ’ya doğru yoluna devam ettirdiği donanmadan ayrılarak, şifa aramak üzere Pozzuoli kaplıcasına gitti. Bu zorunlu ertelemeyi açıklamak üzere Anagni’de bulunan papa Gregorius’a bir elçi gönderildi. Fakat Gregorius hikâyeye inanmadı. İmparatorun yeniden düzenbazlıklara başvurduğunu zannediyordu. Papa imparatoru derhal aforoz ederek bu kararını büyük bir törenle kasım ayında St. Petrus kilisesine tekrarladı.

Fakat Friedrich, tamamen gözden düşme ve tecrit edilme riskini göze alamazdı. Bu yüzden pes etmedi ve Avrupa hükümdarlarına hitaben, içinde papanın kendini beğenmiş küstahça tutumunu teşhir ettiği, vakurane kaleme alınmış bir bildiri yayınladıktan sonra Haçlı Seferi hazırlıklarına devam etti. Papanın, aforoz edilmiş bulunduğu müddetçe, kanunlara göre kutsal savaş yapamayacağı hususunda kendisini uyarmasına rağmen Friedrich, etrafında küçük bir refakat birliği olduğu halde 28 haziran 1228’de Brindisi’de gemiye bindi.

Ancak bu gecikme onun devlet hukuku bakımından durumunu değiştirmiş bulunuyordu; çünkü imparatoriçe Yulanda ölmüştü. Friedrich artık kraliçenin kocası sıfatıyle değil, sadece oğlu küçük kral Konrad’ın vasîsi olmak bakımından Kudüs için söz sahibiydi. Fakat bunun da fazla önemi yoktu; çünkü Akkâ krallığı baronları istedikleri takdirde onun niyâbetini reddedebilirlerdi.[12]

Bu arada Filistin’e, Friedrich daha önceki aforozdan affedilmeden haçlı seferine çıktığı için, papanın onu yeniden aforoz etmiş olduğuna dair haberler gelmişti. Bu nedenle, ona yapılmış olan vassallik yeminlerinin hâlâ geçerli olup olmadığı hakkında bazı şüpheler belirmişti. Birçok dindar kimse, bu arada patrik Gerold, onunla işbirliği etmeyi reddetmekteydi. Templier ve Hospitalier tarikatlerine mensup şövalyeler, aforoz edilmiş bir kimseyle ilişki içinde olmak istemiyorlardı.[13] Dolayısıyla Friedrich’in doğuda büyük çapta bir sefere girişmesi hiç de mümkün görünmüyordu. Onun Haçlı Seferi, diplomatik bir sefer olmak zorundaydı.

İmparatorun şansına, Melik Kâmil de benzer düşüncedeydi. Üç Eyyûbi kardeşin; Kâmil, Suriye hükümdarı Muazzam ve Elcezire hükümdarı Eşref’in, aralarındaki ittifak, Beşinci Haçlı Seferi üzerinde kazandıkları müşterek zaferden sonra pek ömürlü olmamıştı. Muazzam, Kâmil’i kıskanmaktaydı ve şimdi de haklı olarak Kâmil ile Eşref’in kendi arazisini aralarında paylaşmayı tasarladıklarından şüpheleniyordu. Eyyûbilerin doğusunda Celâleddin’in büyük Harezmşahlar devleti, gelişmesinin doruğuna yaklaşmaktaydı. Celâleddin, Moğolların bir saldırısını püskürtmüştü ve şimdi Azerbaycan’dan İndus nehrine kadar hükmetmekte idi ve Bağdat halifesini de hükmü altında bulunduruyordu. Moğolların, arkasından onu durmadan tehdit etmesi Celâleddin’i her ne kadar batıya doğru daha çok ilerlemekten alıkoyuyor idiyse de, Eyyûbîler için kudretli bir tehlike teşkil ettiği söz götürmezdi. Melik Muazzam, kardeşlerini kızdırmak amacıyla ondan yardım talep edip 1226 yılında da Celâleddin’in yüksek hâkimiyetini tanıyınca, Kâmil gerçekten korkuya düştü. Eşref savunma durumundaydı; çünkü başşehri Ahlat’da kuşatılmıştı. Moğollar bu sırada Çin’de meşguldüler. Ne derecede akıllıca bir hareket olacağı bir tarafa bırakılsın, bunlara yapılacak bir yardım çağrısı sonuçsuz kalacaktı.[14]

Bu nedenle Melik Kâmil’in de büyük çaplı bir savaşa girmek için cesareti yoktu. O da, kendi elini güçlendirmek için, zaten araları iyi olan Friedrich ile diplomatik bir savaş yaparak ilişkileri daha da güçlendirmekten, güvenilir bir müttefik kazanmaktan yanaydı.

 

[1] William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi, s. 39 (Çev. Mehmet Harmancı, Agora Kitaplığı, 2008).

[2] Jacques Le Goff, Avrupa’nın Doğuşu, s. 88 (Çev. M. Timuçin Binder, Literatür Yay., 2008).

[3] Hagen Schulze, Avrupa’da Ulus ve Devlet, s. 20, (Çev. Timuçin Binder, Literatür Yay., 2005).

[4] Franco Cardini, Avrupa ve İslam, s. 111–112 (Çev. Gürol Koca, Literatür Yay. 2004).

[5] Age., s. 113

[6] Selahaddin’in 17 erkek ve bir de kız çocuğu vardır. Bunlardan sadece üç tanesi miras davası güdecek ve bunun için mücadele edecek yaştadır.

[7] Amin Maalouf, Arapların Gözünde Haçlı Seferleri, s.204,  çev. Ali Berktay, 3. Baskı, YKY, İstanbul 2007.

[8] Steven Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, c. 3, s. 143–144 (Çev. Fikret Işıltan, TTK Yayınları, 1987).

[9] Amin Maalouf, age., s. 210

[10] Franco Cardini, Avrupa ve İslam, s. 110–111

[11] Steven Runciman, age, c. 3, s. 145–146

[12] Age., s. 156–157

[13] Age., s. 160

[14] Age., s. 161