Diplomatik Bir Haçlı Seferi

YÜKSEL KANAR

Avrupalı Haçlılar … ilk kez 11. ve 12. yüzyıllarda, bu siyasal bakımdan parçalanmış Ortadoğu dünyasına girdiler ve Urfa, Antakya, Trablus ve Kudüs’te dört Latin krallığı kurdular. Bölgede 200 yıllık sıkıntılı bir egemenlikten ve daha pek çok Haçlı Seferi’nden sonra Avrupalılar doğu Akdeniz’den atıldılar.[1]

1

Franco Cardini, “On üçüncü yüzyıl İslâm yanlısı bir çağ mıydı?” diye soruyordu. Bir yandan Haçlı Seferlerinin ağırlaşan baskısı, bir yandan da Moğolların çekirge sürüleri gibi, geçtikleri yeri dümdüz edip taş üstünde taş bırakmamaları bu yüzyıla rastladığına göre, hiç de İslâm yanlısı sayılmaz. Hatta doğrusunu söylemek gerekirse İslâm dünyasının onüçüncü yüzyılda uğradığı felâketler, sadece ondokuzuncu yüzyıldaki yıkımla karşılaştırılabilir.

Cardini için bu yüzyılın, Avrupa kıtasının kimliğinin oluşturulmasında kilit öneme sahip, Avrupa tarihinin en önemli yüzyıllarından biri olduğu, “su götürmez bir gerçek”. Fakat gerçeğin daha da büyüğü, onüçüncü yüzyılın, “Haçlı Seferleri’ne rağmen veya o nedenle, Hıristiyanlık ile İslâm’ın birbirine en yakın olduğu dönem” olması.

İnsanlar arasındaki ilişkileri yönlendiren düşmanlıklar ne kadar büyük olursa olsun, eğer iki insan ya da medeniyet arasında dostluğa aralanan bir kapı bulunabilirse, işte o zaman dünya sıcak ve sıkı bağlara sahne olabilir.

Cardini, Doğulu ve Batılı tarihçiler için ilginç bir kişilik olan II. Frederick’in, Batılıların gözünde İmparator veya Kral değil, “Emir” veya “vaftiz edilmiş Sultan” olduğunu söyler. “Vaftiz” nasıl Hıristiyanlığın belirleyici özelliği ise, özgün söylenişiyle “Emir” veya “Sultan” da, bir İmparatorun Müslüman kimliğe yakınlığının ifadesi. Bu yüzden Sicilya ve Almanya veya Kutsal Roma İmparatoru II. Frederick, “yüzyıllar boyunca, Papalık Meclisi’ndeki hasımları ve Guelf propagandacılarının kendisini küçük düşürmek için kullandıkları bu lakaplarla anılmıştır. Bu lakaplar daha sonra on dokuzuncu yüzyılın önemli Arap uzmanlarından Michele Amari tarafından yeniden canlandırılmış ve Arap kaynakların ‘el İmbiratur’ adıyla tanıdığı bu adamın hemen tüm biyografi yazarları tarafından günümüze kadar kullanılmıştır”. Bizim tarafımızdan, yani Müslüman âlemden edindiğimiz bilgilere bakılırsa II. Frederick, Palermo’da Müslüman cemaat liderleri tarafından yetiştirilmiştir. Batılı kaynaklar ise onun Latince dışında Yunanca ve Arapça konuştuğundan söz ederler.

  1. Friedrich: Kutsal Roma İmparatoru, Kudüs ve Sicilya Kralı

Frederick çocukluk yıllarından beri İslâm kültürüne aşinaydı ve büyük ihtimalle İslâm kültürüne hayrandı. Bu özelliğiyle aslında Norman zamanlarından kalma bir geleneği sürdürmekteydi. Sicilya’nın son Norman Kralı II. Guglielmo (1154–1189) arkasında çocuk bırakmadan ölmüş ve taç, teyzesi Constanza’ya geçmiştir. Constanza’nın kocası, Friedrich Barbarossa’nın 1191’de imparator olan oğlu VI. Heinrich’dir. Geleneğe göre eğer taç bir kadına kalmışsa, kral, onun adına babası veya kocası oluyordu. Ünlü tarihçi Jacques Le Goff’un deyişiyle Heinrich, “1197’de zamanından önce öldüğünde”, karısından dolayı kendisine kalan Napoli ve Sicilya krallığını oğluna, geleceğin II. Friedrich’ine bırakmıştır. İyi işleyen bir bürokrasi devralarak Norman atalarının çabalarını sürdüren ve hatta onları geride bırakan Friedrich, krallığını, en iyi şekilde örgütlenmiş monarşilerden birine dönüştürmüştür. Devlet onunla, Roma ve Bizans yanında, Müslümanlardan da büyük etkiler taşıyan ve derebeyliğe son veren “Melfi Yasaları” ile akılcı, çağdaş temel yasalar doğrultusunda örgütlenmeye çok müsait bir yapısal özelliğe kavuşmuştu. Polermo böylece, Hıristiyan Avrupa’da muhteşem Bizans ve Müslüman kentleriyle rekabet edebilen tek kent olmuştur. Kültürel açıdan bakıldığında Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudilerle sürekli işbirliği içinde çok sayıda eserin çevirisi yapılmış, böylece şehir, olağanüstü bir başkent kimliği kazanmıştı. Le Goff, eğer şehrin önce Fransızlar tarafından alınıp 1282’de tarihe “Sicilya Vesperum Ayaklanması” olarak geçen soykırıma uğratılmamış, hemen ardından da Aragon tarafından daha kalıcı olarak fethedilmemiş olsaydı, Akdeniz Hıristiyan âleminin bu olağanüstü parçasının rahatlıkla İslâm dünyasının bir parçasına dönüşebileceğini yazıyor.[2] Hagen Schulze ise, “hayran çağdaşları tarafından ‘dünyanın çehresini değiştiren dâhi’ olarak nitelendirilen, zamanının çok ilerisinde bir hükümdar” diyerek, onun geliştirdiği Sicilya devletini “gereğinden fazla yeni, gereğinden fazla zamanının ilerisinde bir hükümdarın ürünü” olarak görüyordu.[3]

Normanlar zamanında II. Ruggiero, İdris’in başlattığı coğrafya ve harita çalışmalarını ilerletmiş, tahta çıkan iki William da astronomi ve matematik çalışmalarının tercümesine destek vermişti. II. Frederick daha spekülatif araştırma alanları olan felsefe ve doğa bilimlerine ilgi duyuyordu. Arap kültürü ve biliminden haberdar olmasına rağmen Norman saray camiası daha çok Yunan ilmine ilgi göstermiştir. Dördüncü Haçlı Seferi’nden sonra Bizans İmparatorluğu krallıklara bölündü; bu krallıklarda Helen ilminin gerilemesi ve çöküşü kaçınılmazdı; buna karşılık İmparatorun özellikle 1228–1229 yılları arasında Doğu’yu ziyaret ettikten sonraki siyasi ve diplomatik faaliyetleri onu İslâm âlemini daha derinden araştırmaya teşvik etti.

Michael Scot, Frederick’in sarayına 1227’de gitti. Britanya’da doğmuş, Toledo’da okumuş olan Scot, kısa bir süre içinde tam bir Sicilyalı haline gelmişti. On ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda Arapçadan bin bir zahmetle tercüme yapmış olan tercümanların tüm işlerinin tek başına üstesinden gelmişti adeta. Saraya geldiği sırada Nureddin Ebu İshak Bitruci’nin (Batı’da ‘Alpetragius’ adıyla bilinir) ünlü kitabı Kitabü’l-Hey’enin (Gökbilim Kitabı) çevirisini henüz bitirmişti; bu kitapta güneşin ve gezegenlerin hareketi, düzeltilmiş Aristoteles fiziğine uygun bir biçimde açıklanıyordu. Scot Yunanca ve Arapçadan bir sürü Aristocu metin de çevirdi; bunların içinde bir tanesi özellikle İmparatorun doğa bilimlerine olan ilgisini besleyecek türdendi. Bu kitap Historia animaliumdu; Scot buna Frederick’e ithafen İbn Sina’nın bu kitapla ilgili açıklamalarını içeren eseri Abbreviato Avicannae de animalibus’u da eklemişti. Sicilya’nın o dönem, temel olarak İbn Sina ve İbn Rüşd’ün eserleri aracılığıyla Aristotelesçi düşüncenin merkezi haline gelmesi Michael Scot sayesindedir. Scot’un kendisi de astrolojiye ve çoğu açıdan astrolojiye benzeyen iki bilime, yani simya ve fizyonomiye meraklıydı. Bu iki alanla ilgili çok şey yazmıştı; bu yazıları yazarken özellikle Razî, Ebu Ma’şer ve Fergânî’nin eserlerinden etkilenmişti.

1330’ların ortalarında büyük güçleri arkasına almış başka bir alim Palermo’daki Magna Curia’da boy gösterdi. Bu kişi Antiochlu Theodore’ydi ve oraya büyük bir ihtimalle Mısır Sultanı Kâmil tarafından gönderilmişti. Theodore evrak dairesinde görevlendirilmişti; orada Müslüman ülkelerin saraylarına mektup yazıyordu. İmparatorluğun evrak dairesinde bir Arap departmanı olduğunu biliyoruz; evrak dairesinde yazılan yazıların tarz ve biçiminin, hatta bunların Latince versiyonlarının açık bir biçimde Arapçadan etkilendiği de söylenir. Suriye’den gelme bir Monofizit Hıristiyan olan Theodore, Yakındoğu ve Mağriple ilgili metin ve bilgileri yorumlamış, tıp ve hijyenle ilgili kitaplar tercüme etmişti.[4]

Frederick ile, onun 1250’deki ölümünden iki yıl sonra tahta oturan Kastilya ve Leon Kralı X. Alfonso’nun ortak yanları, her ikisinin de Arap kültürüne duydukları büyük ilgidir. X. Alfonso İspanya’da el Sabio (‘Bilge’) adıyla bilinir ve Frederick’le birlikte entelektüel çalışmalarla geçen o büyük yüzyılın büyük entelektüel hükümdarlarından biri olarak kabul edilir. Ancak o, bir Haçlı olarak II. Frederick’ten daha inançlı bir hükümdardır. Yine de Bilge Kral’ın, bir alim ve Reconquista topraklarında yaşayan Hıristiyan olmayan topluluklara büyük saygı ve anlayış gösteren bir hükümdar olarak anılmak konusunda hayli talihli olduğu söylenebilir. Onun Hıristiyan olmayan topluluklara gösterdiği bu hoşgörü, ne yazık ki kendisinden sonra gelen hükümdarlar döneminde azalmaya başlamış ve on beşinci yüzyılın sonlarında tamamen yok olmuştu.[5]

2

Selahaddin Eyyubî’nin ölümünden sonra, Eyyubi İmparatorluğu onun üç oğlu arasında, Aziz Mısır’ı, Efdal Şam’ı ve Zahir de Halep’i almak suretiyle paylaşılır[6]. Ama Selahaddin arkada iki erkek kardeş ve çok sayıda yeğen daha bırakmıştır. Sonunda tam dokuz yıl süren, hepsi de Eyyubi İmparatorluğu’nu kendi yönetimi altında tek bir lidere boyun eğecek şekilde birleştirmek isteyen mirasçıların kanlı mücadeleleri başlar. Mücadelenin galibi, Selahaddin’in kardeşi Adil olur. Adil, Aziz’le birleşerek 1196’da Efdal’in elinden Şam’ı alır ve büyük sultan olur. Bundan iki yıl sonra Selahaddin’in Mısır’ı verdiği ve Şam’ı alarak büyük sultan olan Azîz’in, ehramların yakınında çıktığı bir avda attan düşerek ölmesi üzerine, 1202 yılından itibaren Adil, Eyyubi İmparatorluğunun tartışılmaz sahibi olur. Emin Maalouf onu bize şöyle tanıtır:

Şöhretli ağabeyinin ne karizması ne de dehasına sahiptir gerçi, ama yine de ondan daha iyi bir idarecidir. Onun yönetimi altında Arap âlemi bir barış, refah ve hoşgörü dönemi yaşar. Kudüs geri alındıktan ve Frenkler de zayıfladıktan sonra cihada gerek kalmadığını düşünen yeni sultan, Frenklere karşı bir arada yaşama ve ticari alışveriş politikası izler; hatta yüzlerce İtalyan tüccarın Mısır’a yerleşmesini teşvik eder. Arap-Frenk cephesinde geçmişte hiç benzeri görülmemiş bir sükûnet hüküm sürer yıllarca[7]

Adil’in oğlu Melik Kâmil, daha Mısır naibi olduğu sıralarda, 1202’de Akdeniz’in en büyük deniz gücü olan Venedik Cumhuriyeti ile görüşmeler yapmaya başlayarak iyi bir yönetici ve diplomatlık yolunda deneyimini artırmaya başlar. Kâmil, Venediklilere İskenderiye ve Dimyat gibi Nil Deltası limanlarını kullanabilme güvencesi verir. Buna karşılık Dukalar Cumhuriyeti, Batı’nın Mısır’a karşı girişeceği hiçbir seferi desteklemeyecektir. Çünkü Mısır trafiği bu sıralar çok sıkışıktır.

Melik Adil topraklarını daha sağlığında üç oğlu arasında paylaştırmış, Kâmil’e Mısır’ı, Muazzam’a Şam ve Kudüs’ü, Eşref’e de Cezire’yi vermiştir. Aradan geçen zaman içinde ise durum daha da zorlaştırmıştır. Örneği Avrupa’nın en büyük hükümdarı, Almanya, Roma ve Sicilya kralı Friedrich’in ciddi olarak Haçlı hareketine katılması beklenmektedir. 1215 yılında haçı kabullenmiş, fakat papa Innocentius’tan, Almanya’daki işlerini yoluna koyuncaya kadar haçlı seferini erteleme müsaadesi almış olduğundan işi hep ağırdan almakta ve geciktirmektedir. Büyük bir emek mahsulü olduğunda kuşku bulunmayan Haçlı Seferleri Tarihinin yazarı Steven Runciman bu gecikmeyle ilgili olarak şunları söylüyor:

O, daha çocuk yaşındayken çıkmış olduğu Sicilya tahtını küçük oğlu Heinrich’e devretmeyi papaya vaat etmişti; ama kısa zamanda, haçlı seferine çıkmak hususundaki azmini sık sık teyid etmek suretiyle, elindeki krallıkların taksimini erteleyebileceğini ve papadan da imparatorluk tacını pazarlık yoluyla koparmak imkânını bulacağını keşfetmişti. Hareket noktasını dindarlık duygusundan çok siyasî ihtirasının teşkil etmesine rağmen onun doğuya sefer etmek isteği pekâlâ samimiydi. Babası Heinrich VI.’dan doğuda hakimiyete ulaşmak gayretini tevârüs etmişti, fakat bu işin gerçekleşmesi için ancak krallıklarını sım sıkı elinde tuttuğu zaman ve imparator sıfatiyle harekete geçmeyi düşünüyordu. Onun gayelerinin papa tarafından gayet açık olarak bilinmesi gerekirdi; fakat bir zamanlar ona mürebbilik etmiş olan Honorius safdil bir adamdı ve onun vaadlerini gerçek olarak kabul etmekteydi. Bu sebeple de Mısır’daki haçlılara alman ordusunun pek yakında beklenebileceğini yazıp durmaktaydı.

Bu yüzden haçlı seferi hareketsiz kalmıştı; bu hareketsizlik içindeyse Pelagius, kral Jean de Brienne, İtalyanlar ve şövalye tarikatleri arasındaki anlaşmazlıklar daha da şiddetlenmişti. Kahire üzerine bir yürüyüş, Dimyat’ın düşmesinden hemen sonra yapılmış olsaydı, belki de başarılı olabilirdi. El-Kâmil pek ümitsiz bir durumdaydı. Ordusu cesaretini kaybetmişti. Teb’ası kıtlıktan muztaripti. Kuzeyde bazı hoşa gitmeyecek olayların vukuundan endişe eden ve islâma bu an için bizzat Akkâ’ya taarruz etmek suretiyle en büyük yardımın yapılabileceğine inanan el-Muazzam, kuvvetleri ile birlikte Suriye’ye dönmek hususunda ısrar ediyordu. El-Kâmil hemen her gün, bir hristiyan ilerlemesinin haberini bekliyordu. Ordugâhını Nil’in Dimyat kolu yukarısında bulunan Talha’ya naklederek haçlı taarruzunu burada karşılamak üzere nehrin iki kıyısına da müdafaa siperleri açtırmıştı; onun beklediği bu taarruz ise hiç yapılmayacaktı.[8]

Mısır meliki Kâmil, kendisinden sıkça söz edilen ve çok sıkıntılı Dimyat krizi sırasında, Frenklerin sürekli olarak yardımlarına gelmesini bekledikleri şu meşhur Friedrich, yani “el İmbiratur”, ya da “el-emborur” hakkında sık sık sorular sormuştur kendine. Olayı, iyi bir romancı olduğu kadar iyi de bir araştırmacı olan Emin Maalouf, Arapların Gözünden Haçlı Seferleri adlı kitabında bir roman akıcılığında anlatır: Gerçekten Kral Friedrich söylendiği kadar güçlü müdür? Gerçekten Müslümanlara karşı kutsal savaş yürütmeye kararlı mıdır? Mesai arkadaşlarını sorgulayıp Friedrich’in kralı olduğu Sicilya Adası’ndan gelen seyyahlardan haber topladıkça Kâmil hayretler içinde kalır. 1225’te onun Jean de Brienne’in kızı Yolanda ile evlendiğini, dolayısıyla Sicilya, Almanya ve Roma krallıkları yanında bir de Kudüs kralı olduğunu öğrenince, kurnaz bir diplomat olan Emir Fahreddin ibnü’ş-Şeyh’in başkanlığında bir elçilik heyetini ona göndermeye karar verir. İbnü’ş-Şeyh, Palermo’ya varır varmaz büyülenir sanki: Evet, Friedrich hakkında söylenen her şey doğrudur! Arapçayı kusursuz yazıp konuşmakta, İslam uygarlığına duyduğu hayranlığı gizlememekte, barbar Batı’yı ve özellikle de Büyük Roma’daki papayı hor görmektedir. En yakın çalışma arkadaşları ve muhafızları hep Arap’tır; bunlar namaz vakitlerinde yönlerini Mekke’ye çevirip secdeye varırlar. Tüm çocukluğunu ve gençliğini o sırada Arap ilminin ayrıcalıklı ocağı sayılan Sicilya’da geçiren bu meraklı hükümdar, dar kafalı ve bağnaz Frenklerle arasında fazla bir ortak nokta hissetmez. Onun krallığında ezan sesi, hiç kimse tarafından engellenmeden çınlar.

Haçlıların Dimyat’a saldırısı

Fahreddin kısa sürede Friedrich’in dostu ve sırdaşı olur. Onun aracılığıyla, Cermen imparatoru ile Kahire sultanı arasındaki bağlar sıkılaşır. İki hükümdar birbirlerine Aristoteles mantığını, ruhun ölümsüzlüğünü, evrenin yaratılışını ele alan mektuplar gönderirler. Mektup arkadaşının hayvanları gözleme tutkusunu öğrenen Kâmil ona ayılar, maymunlar, develer ve bir fil hediye eder; imparator da bu hayvanları özel hayvanat bahçesinin Arap sorumlularına teslim eder. Sultan da Batı’da bu sonu gelmeyen din savaşlarının gereksizliğini tıpkı kendisi gibi anlayabilen, aydın bir yönetici bulmaktan pek memnundur. Bu nedenle Friedrich’e yakın bir gelecekte onu Doğu’da görmek istediğini, onu Kudüs’ün başında görmekten büyük bir mutluluk duyacağını çekinmeden yazar.[9]

Maalouf, bu teklif dile getirildiğinde, Kudüs’ün Kâmil’e değil, o sıralar arasının açık olduğu kardeşi Muazzam’a ait olduğu unutulmazsa, bu cömertlik nöbetinin daha iyi anlaşılacağını hatırlatır. Kâmil’in düşüncesine göre, müttefiki Friedrich bu kışkırtmaya kanacak olursa, onun Filistin’i işgali kendisini Muazzam’ın girişimlerinden koruyacak bir tampon devlet yaratacaktır. Ayrıca Maalouf, burada romancı kimliğini öne çıkararak Friedrich ile Kâmil arasında yeni benzerlikler icad etmektedir: “Tutkulu bir Müslüman Kudüs’ü elden çıkarmayı asla bu kadar soğukkanlı bir biçimde ele alamazdı, ama Kâmil amcası Selahaddin’den çok farklıdır. Ona göre Kudüs, öncelikle siyasi ve askeri bir sorundur; işin dini yönü ancak kamuoyunu etkilediği ölçüde hesaplara dahil edilebilir. Kendisini İslam ve Hıristiyanlık’a eşit uzaklıkta hisseden Friedrich’in tavrı da buna benzer. Kudüs’ü ele geçirmeyi istese de, bunun nedeni İsa’nın kabri üzerinde tefekküre dalmak değil, böyle bir başarının, Doğu seferini geciktirdiği için onu aforoz ederek cezalandıran papaya karşı mücadelesinde elini güçlendirecek olmasıdır.”

Oysa Franco Cardini, daha makul düşünür. Ona göre II. Friedrick’in Haçlı Seferi sözü verip de bir türlü bunu gerçekleştirmemesi, ya da bunu yapacağı bir Diplomatik Haçlı Seferi ile geçiştirmesi “ne kişisel açıdan İslâm yanlısı bir tavır olarak algılanmalı ne de Haçlı hareketine veya fikrine karşı bir hoşlanmama durumu olarak. Frederick iter Hierosolymitanum’un o dönemlerde papalığın elinde siyasi bir araç haline geldiğinin pekâlâ farkındaydı; İmparator olarak, büyükbabasının kırk yıl önce yapmak istediği şeyi, Kutsal Topraklar’ın denetimini ele geçirmeyi istiyordu. II. Frederick 25 Temmuz 1215’te (Havari Aziz Yakub Yortusu sırasında) Aix-la-Chapelle’de yapılan ve Alman Kralı tacını giydiği, dolayısıyla ‘Kutsal Roma İmparatorluğu’nun Kralı’ ilan edildiği tören sırasında Haçlı seferine katılmıştı; imparatorluk tacını Papa’nın elinden almayı bekliyordu.” Bu nedenle Haçlı Seferinden vazgeçmiş olamazdı; hiçbir Avrupalı imparator ya da kral bu düşünceyi zihninden söküp atamazdı. Sürekli gündemde tutulan ve onunla tanışmadan önce Melik Kâmil’i de tedirgin eden Mısır seferini ise, sadece zamansızlığına inandığı için erteliyordu: “Mısır’a saldırması o sıralardaki çıkarlarına hizmet etmezdi veya böyle bir şey o sıralardaki fikirlerine uygun değildi; zira böyle bir şey el Melik el Kamil’i kendisinden uzaklaştırırdı ve el Melik oyuna getirilmemesi gereken önemli bir siyasi ve diplomatik bir müttefikti onun için. Frederick’in Kahire’yle ittifakı Papa IX. Gregorius’un kendisine düşman olduğunu açıkça belli ettiği için ayrı bir öneme sahipti. Fransız-Suriyeli baronların son derece güvenilmez oluşları Frederick’in Kutsal Topraklar üzerinde denetim kuramayacağını, kursa bile bunun uzun ömürlü olamayacağını gösteriyordu. Belki Norman atalarının politikalarını izlemeye devam ettiği için (o öldükten sonra da Sicilya’yı yönetenler aynı politikayı izleyecekti: Manfred, sonra Anjoulular, sonra da Aragonlar) belki de belli bazı nesnel jeopolitik ilkelerden dolayı Frederick’in amacı Mısır’ın sultanlarıyla olduğu kadar Kuzey Afrika hanedanlarıyla da iyi ilişkiler içinde olmaktı. Bu amaç Akdenizli bir hükümdarın diplomatik politikası hakkında bize bazı şeyler söyleyebilir belki ama İslâm’ı anlamak veya onunla gizli bir ittifak kurmak gibi bir amaca asla işaret etmez.”[10]

Friedrich’in 1220 kasımında Roma’ya gelmesi ve papanın da onu, karısı Konstanza ile birlikte imparator ve imparatoriçe olarak taçlandırmasına karşılık Friedrich, gelecek ilkbaharda doğuya hareket etmeyi kesin olarak vaat etmişti. Bu arada Papa Honorius artık Friedrich’in vaadlerinden iyice şüphe duymaya başlamıştı. “Hatta Pelagius’a, şartlarını Roma’ya haber vermeden sultanın herhangi bir barış teklifini reddetmemesini de bildirmişti. Ancak imparatorluğa yeni kavuşmuş olan Friedrich bu sefer işi ciddi tutar görünüyordu. Tebeasından haçlı seferine katılmasını içtenlikle talep etmiş ve Bavyera dükü Ludwig kumandasında büyük bir kuvveti yola çıkarmıştı. Bu kuvvet ilkbahar başlangıcında İtalya’dan denize açıldı”[11].

Ludwig’in yaklaşması Pelagius’u büyük umutlara düşürür. Bu gelişten tedirgin olan Melik Kâmil’in, bütün Kudüs’ü ve Filistin’i vermek suretiyle yaptığı barış teklifini, papanın tembihini de unutarak reddeder. Ancak, kendisi gelmeden büyük saldırılara geçmemesini emretmesine rağmen, beş hafta geçtiği halde Friedrich’in Avrupa’dan yola çıktığına ilişkin bir haber alınamayınca, müslümanlara saldırmak için büyük istek duyan Ludwig, Pelagius arzusuna uyarak saldırıyı başlatır. Ancak başarılı olamazlar ve geri çekilmek zorunda kalırlar. Beşinci Haçlı Seferi böylece büyük bir başarısızlığa uğrar.

Nihayet Friedrich, kendisini Kudüs kralı yapan Jolande ile evlenirken, evlenme müzakerelerinin başında Papaya, 1227 ağustosunda Doğu’ya hareket edeceği, şimdi (yani 1225’de) derhal 1000 şövalye göndereceği ve yeminini yerine getirmediği takdirde, kilisenin olması şartıyla teminat olarak Roma’ya yüz bin ons altın yatıracağı konusunda andiçmişti.

Eskiden verdiği diğer sözlerin muhatabı olan ve kendi mürebbiliğini yapmış olan Papa Honorius ölmüş (Mart 1227), yerine “daha sert bir ağaçtan yontulmuş” IX. Gregorius geçmişti. Artık daha dikkatli olması, verdiği sözü mutlaka yerine getirmesi gerekiyordu. Çünkü bir daha kendisini affedecek bir Papa bulamayabilirdi. Nitekim öyle de yaptı. Artık yola çıkmaya hazır görünmekteydi. Bu sıralarda Exeter ve Winchester piskoposlarının maiyetinde bir grup Fransız ve İngiliz hacısı doğuya doğru denize açılmış bulunuyordu. 1227 yılında imparator Apulya’da büyük bir ordu hazırladı. Bir malarya salgınının orduyu hırpalamasına rağmen binlerce savaşçı ağustos ayında dük IV. Heinrich Von Limburg kumandasında Brindisi’de gemilere bindi. Daha henüz demir alınmıştı ki, refakatinde bulunanlardan kont Ludwig von Thüringen ağır hastalandı. Bindikleri gemi Otranto’ya yanaştı; burada Ludwig von Thüringen öldü ve bizzat Friedrich aynı hastalığa tutuldu. İmparator, Kudüs patriği Gerold de Lausanne kumandasında Akkâ’ya doğru yoluna devam ettirdiği donanmadan ayrılarak, şifa aramak üzere Pozzuoli kaplıcasına gitti. Bu zorunlu ertelemeyi açıklamak üzere Anagni’de bulunan papa Gregorius’a bir elçi gönderildi. Fakat Gregorius hikâyeye inanmadı. İmparatorun yeniden düzenbazlıklara başvurduğunu zannediyordu. Papa imparatoru derhal aforoz ederek bu kararını büyük bir törenle kasım ayında St. Petrus kilisesine tekrarladı.

Fakat Friedrich, tamamen gözden düşme ve tecrit edilme riskini göze alamazdı. Bu yüzden pes etmedi ve Avrupa hükümdarlarına hitaben, içinde papanın kendini beğenmiş küstahça tutumunu teşhir ettiği, vakurane kaleme alınmış bir bildiri yayınladıktan sonra Haçlı Seferi hazırlıklarına devam etti. Papanın, aforoz edilmiş bulunduğu müddetçe, kanunlara göre kutsal savaş yapamayacağı hususunda kendisini uyarmasına rağmen Friedrich, etrafında küçük bir refakat birliği olduğu halde 28 haziran 1228’de Brindisi’de gemiye bindi.

Ancak bu gecikme onun devlet hukuku bakımından durumunu değiştirmiş bulunuyordu; çünkü imparatoriçe Yulanda ölmüştü. Friedrich artık kraliçenin kocası sıfatıyle değil, sadece oğlu küçük kral Konrad’ın vasîsi olmak bakımından Kudüs için söz sahibiydi. Fakat bunun da fazla önemi yoktu; çünkü Akkâ krallığı baronları istedikleri takdirde onun niyâbetini reddedebilirlerdi.[12]

Bu arada Filistin’e, Friedrich daha önceki aforozdan affedilmeden haçlı seferine çıktığı için, papanın onu yeniden aforoz etmiş olduğuna dair haberler gelmişti. Bu nedenle, ona yapılmış olan vassallik yeminlerinin hâlâ geçerli olup olmadığı hakkında bazı şüpheler belirmişti. Birçok dindar kimse, bu arada patrik Gerold, onunla işbirliği etmeyi reddetmekteydi. Templier ve Hospitalier tarikatlerine mensup şövalyeler, aforoz edilmiş bir kimseyle ilişki içinde olmak istemiyorlardı.[13] Dolayısıyla Friedrich’in doğuda büyük çapta bir sefere girişmesi hiç de mümkün görünmüyordu. Onun Haçlı Seferi, diplomatik bir sefer olmak zorundaydı.

İmparatorun şansına, Melik Kâmil de benzer düşüncedeydi. Üç Eyyûbi kardeşin; Kâmil, Suriye hükümdarı Muazzam ve Elcezire hükümdarı Eşref’in, aralarındaki ittifak, Beşinci Haçlı Seferi üzerinde kazandıkları müşterek zaferden sonra pek ömürlü olmamıştı. Muazzam, Kâmil’i kıskanmaktaydı ve şimdi de haklı olarak Kâmil ile Eşref’in kendi arazisini aralarında paylaşmayı tasarladıklarından şüpheleniyordu. Eyyûbilerin doğusunda Celâleddin’in büyük Harezmşahlar devleti, gelişmesinin doruğuna yaklaşmaktaydı. Celâleddin, Moğolların bir saldırısını püskürtmüştü ve şimdi Azerbaycan’dan İndus nehrine kadar hükmetmekte idi ve Bağdat halifesini de hükmü altında bulunduruyordu. Moğolların, arkasından onu durmadan tehdit etmesi Celâleddin’i her ne kadar batıya doğru daha çok ilerlemekten alıkoyuyor idiyse de, Eyyûbîler için kudretli bir tehlike teşkil ettiği söz götürmezdi. Melik Muazzam, kardeşlerini kızdırmak amacıyla ondan yardım talep edip 1226 yılında da Celâleddin’in yüksek hâkimiyetini tanıyınca, Kâmil gerçekten korkuya düştü. Eşref savunma durumundaydı; çünkü başşehri Ahlat’da kuşatılmıştı. Moğollar bu sırada Çin’de meşguldüler. Ne derecede akıllıca bir hareket olacağı bir tarafa bırakılsın, bunlara yapılacak bir yardım çağrısı sonuçsuz kalacaktı.[14]

Bu nedenle Melik Kâmil’in de büyük çaplı bir savaşa girmek için cesareti yoktu. O da, kendi elini güçlendirmek için, zaten araları iyi olan Friedrich ile diplomatik bir savaş yaparak ilişkileri daha da güçlendirmekten, güvenilir bir müttefik kazanmaktan yanaydı.

 

[1] William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi, s. 39 (Çev. Mehmet Harmancı, Agora Kitaplığı, 2008).

[2] Jacques Le Goff, Avrupa’nın Doğuşu, s. 88 (Çev. M. Timuçin Binder, Literatür Yay., 2008).

[3] Hagen Schulze, Avrupa’da Ulus ve Devlet, s. 20, (Çev. Timuçin Binder, Literatür Yay., 2005).

[4] Franco Cardini, Avrupa ve İslam, s. 111–112 (Çev. Gürol Koca, Literatür Yay. 2004).

[5] Age., s. 113

[6] Selahaddin’in 17 erkek ve bir de kız çocuğu vardır. Bunlardan sadece üç tanesi miras davası güdecek ve bunun için mücadele edecek yaştadır.

[7] Amin Maalouf, Arapların Gözünde Haçlı Seferleri, s.204,  çev. Ali Berktay, 3. Baskı, YKY, İstanbul 2007.

[8] Steven Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, c. 3, s. 143–144 (Çev. Fikret Işıltan, TTK Yayınları, 1987).

[9] Amin Maalouf, age., s. 210

[10] Franco Cardini, Avrupa ve İslam, s. 110–111

[11] Steven Runciman, age, c. 3, s. 145–146

[12] Age., s. 156–157

[13] Age., s. 160

[14] Age., s. 161