AYHAN SONGAR: İstiklal Marşımızın Psikanalizi

İstiklâl Marşımız, o karanlık günlerde bile ümitsizliğe kapılmamamızı, al sancağımızın asla sönmeyeceğini, milletimizin yıldızı olarak daima parlayacağını haykırmaktadır.

Her milletin bir “millî marş”ının olması teamül haline gelmiştir. Milletçe saygı duyulan, ayakta dinlenen marştan bir kısmı hükümdara övgü mahiyetindedir. Bir kısmı kahramanlık şarkıları söyler. Şöyle bir bakalım, meselâ İngilizler

“God bless the Quinnl” (Tanrı Kraliçeyi korusun) derken Fransızların Merseillaise’i “Allons les enfants de patrie Le jour de gloire est arrivé” (Haydi, vatan evlâtları, Zafer günü geldi)demektedir. Bir zamanların Almanya’sı, “Deutschland Deutschland über alles” (Almanya, Almanya, sen her şeyin üstündesin)diye elindekini avucundakini kaçırdı. Şimdi ol saltanatın yerinde yeller eser, bu marşın da sadece bestesi kaldı, güftesini bilen bile yok.

Bizim Millî Marşımız İstiklâl mücadelemizi, o tarihlere sığmayan destanı terennüm ettiği içindir ki “İstiklâl Marşı” diye adlandırılmıştır. Mehmet Akif’in kaleminden, ama bu büyük milletin “kollektif alt şuurundan” fışkırmıştır. Hepimizin, herkesin malıdır. Bu sebeple Mehmet Akif İstiklâl Marşını Safahat’ına almamış, “Kahraman Ordumuza” ithaf etmiş, verilen mükâfatı da kabul etmemiştir.

İnsanların, fertlerin alt şuurları olduğu gibi ailelerin, daha geniş manada milletlerin, belli bir kavmin, bir ırkın, vs. kolektif alt şuurları vardır. Çok derinlere işlemiş olan kolektif, müşterek alt şuur muhtevası o milletin her ferdi için aynı, en azından birbirinin benzeri olan davranış örneklerini, “engramları” ihtiva eder ve zamanı gelince topyekûn fışkırma halinde kendini gösterir, istiklâl Marşımız böyle bir zamanda Mehmet Akif’in kaleminden patlayan, fışkıran bir volkan, bir indifadır. Sevr muahedesi ile vatan parçalanmış, yer yer işgale uğramış, güzel İzmir Yunan işgali altında inlemekte, bununla da doymayan müstevli vatanın harim-i ismetine uzanmış, Ankara’ya doğru yürümekte ve Büyük Millet Meclisinde merkez-i hükümetin Ankara’dan da nakli müzakere edilmekte.

Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak.
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
0, benim milletimin yıldızıdır, parlayacak.
0, benimdir; o, benim milletimindir ancak!

diyen İstiklâl Marşımız, o karanlık günlerde bile ümitsizliğe kapılmamamızı, al sancağımızın asla sönmeyeceğini, milletimizin yıldızı olarak daima parlayacağını haykırmaktadır. Sonra döner, bayrağa, Hilâl’e hitabeden

Çatma, kurban olayım, çehrene ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül… Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal.

Bizzat Hilâl’in, bayrağın da, bu kara günde çehresini çatmaya, nevmidiyle hakkı yoktur; bu kahraman millete, kahraman Türk kavmine gülmesi, güvenmesi lâzımdır, öyle yapmazsa onun için dökülen kanlarımızı da helâl etmeyiz. Zira Hakka tapan bu milletin elbette istiklâl hakkıdır.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.

Orta Asya’dan demir dağları eritip çıkan, Avrupa’nın göbeğine kadar ilerleyip devletler, imparatorluklar kuran, cihana sığmayan bu milletin zincire vurulması gibi gerçekten çılgınca bir fikre kapılan varsa ona seslenen istiklâl Marşı,

Garb’ın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
”Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Mısraları ile asırlardır bu millete şırınga edilmek istenen batı hayranlığı ve aşağılık duygusundan sıyrılıp kurtulmamız gerektiğini ifade ediyor. Adına “medeniyet” denen garp teknolojisinin “tek dişi kalmış canavardan başka bir şey olmadığını, “iman dolu göğsümüz gibi serhaddimize” çarparak parçalanmaya elbette mahkûm bulunduğunu haykırıyor.

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Büyük Millet meclisindeki karamsarlık yerini ümide terk etmektedir. Mustafa Kemâl Paşa, Meclis salâhiyetlerini de kendinde toplayarak Başkumandan tayin edilmiştir. Büyük taarruz başlamaktadır. Mehmetçik gövdesini bu hayâsız akına siper etmiş, onu sadece dur durmakla kalmamış, geldiği yere kadar kovmaya başlamıştır bile…

Geldiği yer ki, Çanakkale’dir, İzmir’dir, Ege sahilleridir. Her karışı şehit kanı ile sulanmış, her zerresinde şehit kemiği yatan mübarek topraklardır…

Bastığın yerleri ”toprak!” diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden İlahi şudur ancak emeli:
Değmesin ma’bedimin göğsüne na-mahrem eli;
Bu ezanlar — ki şehadetleri dinin temeli —
Ebedi, yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder — varsa — taşım;
Her cerihamda, İlahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na’şım!
O zaman yükselerek Arş’a değer, belki, başım.

Artık Millî Mücahede bitmiş, zafer şarkıları söylenmekte, vatanın her köşesinde şanlı Bayrağımız, nazlı hilâlimiz tekrar dalgalanmaktadır. Yunanlı İzmir den denize dökülmüş. İstanbul’daki müstevliler bayrağımızı selamlayarak geldikleri yere çekip gitmişlerdir. Akif, hayır, Akif değil, millet milletin şuuru, alt şuuru, bedeni, ruhu, hepsi birden tekrar hilâle döner ve İstiklâl Marşımızı şöyle noktalar:

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal.

Bu, öylesine milletin malı bir destandır ki, 1 Mart 1337 (1921) günü Büyük Millet Meclisinde Hamdullah Suphi Bey tarafından okunup ayakta dinlenir ve alkışlanırken Mehmet Akif bu tezâhüratı hiç de üstüne alınmamış, bir kenarda, başı önüne eğik vaziyette durmuş, kalmıştır. Bu sahneyi, o büyük günün tek canlı şahidi Muhterem Celâl Sayar anlatırken aynı heyecanı ben de duydum, sanki o günleri beraberce yaşadık.

Akif, son günlerinde, hasta yatağında yatarken kendisine İstiklâl Marşı için “Acaba yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı?” diye bir sual sorulmuş. Akif’in cevabı, bu marşın neyin destanı, neyin mahsulü olduğunu anlatacak bir vecizedir: “Allah bir daha bu millete bir istiklâl marşı yazdırmasın!”

HAYRETTİN KARAMAN: Afiyet Sıddıki Zulüm Altında!

Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Hayrettin Karaman ABD istihbaratı tarafından 2003 yılından beri zindanda tutulan Pakistanlı nöroloji uzmanı Afiyet Sıddıki ile ilgili önemli bir yazı kaleme aldı. İslam coğrafyasının göbeğinde akılalmaz işkencelere maruz kalan Afiyet Sıddıki ile ilgili makaleyi sizlere sunuyoruz…

Adı Âfiyet Sıddiki, otuz yaşlarında, Pakistanlı bir nöroloji uzmanı, Harvard’dan fahri diploma almış tek doktor, çeşitli üniversitelerden 144 fahri diploması var, sinir sistemi alanında birçok üniversitede çalışarak diploma almış, onun seviyesinde ABD’de dahi bir tıp adamı yok…

Tıbbı ve nörolojiyi ABD’nin en önemli üniversitelerinden biri olan Massachusetts Teknoloji Üniversitesi (MIT)’nde tamamladı, annesi, kardeşleri ve kocası da tıpçı. Kritik çalışmasını Amerikalılara duyuran kocasından ayrıldığı için üç çocuğu da yanında kaldı.

İnsanları biyolojik silahların tahribatından koruyacak bir orijinal program üzerinde çalışıyordu, bu programın başarılı sonuçlanması ABD’nin milyarlarca dolar sarf ettiği bu silahları etkisiz hale getirecekti.

ABD istihbâratı kendisine “programı sonlandırması ve geldiği noktaya kadar olanı büyük bir meblağ karşılığında satın almayı” teklif etti, o, “henüz bitirmedim” diyerek teklifi reddetti.

ABD istihbaratı, asılsız ve delilsiz olarak onu el-Kaide ilişkisi ile itham ederek üç çocuğu ile birlikte ve Pakistan’dan izin alarak kaçırdı, 2003 Mart’ından bugüne kadar zindanda. Onu, ABD-Afganistan’ın şöhreti en kötü olan Bagram Cezaevi’ne ve erkeklerin yanına hapsettiler.

Koğuşu gardiyanlara ve diğer tutuklulara açık, gardiyanlar durmadan işkence yapıyorlar, mahkumların tecavüzleri sebebiyle onun çığlıkları gece boyunca kulakları tırmalıyordu.

Bir İngiliz gazetesinin (Yvonne Ridley) açıklamasına göre ona yapılan işkencelere değil bir kadın en güçlü erkeklerin bile dayanması mümkün değildi. New York’ta ilk mahkemeye çıktığında durumu içler acısı idi, yakalandığı sırada göğsünden yaralanmış doğru dürüst tedavi edilmemişti, böbreklerinden biri ve bağırsaklarından bir kısmı alınmıştı, ayakta duramıyordu, otururken de birilerine dayanıyordu, çok zayıf düşmüştü, vücudunda kanamalar görülüyordu.

Yapılan işkencelerin birini şöyle naklediyorlar: Kur’an-ı Kerim parçalanmış, sayfaları yere serilmiş ve kanları akarken üzerinden yürümesi istenmişti, maksat diğer mahkumlara, onun kanı ile kirlenmiş Kutsal Kitab’ı göstermekti.

Yakaladıklarında zerk ettikleri bir ilaç ve sonraki işkenceler yüzünden psikolojisi altüst olan, kaybolan çocuklarının acısıyla hayal görmeye başlayan, ruh ve bedeni acil müdahale ve tedaviye muhtaç olduğu halde buna izin verilmeyen mazlum Afiyet’in son durumu hakkında bilgiye ulaşamadım.

Yapılanların dünya kamuoyuna ve bilgisine ulaştırılması her bilenin birinci vazifesi olmalıdır.

Annesi onunla bir Ramazan’da telefonla konuşma imkanını bulmuştu, annesine şunu anlatmıştı:

“Peygamberimiz’i (s.a.) sıkça rüyamda görüyorum. Bir keresinde beni Hz. Aişe’ye götürdü, “kızımızı yanına al” buyurdu.”

Afiyet Sıddîka’nın başından geçenlerin hikayesini bana Arapça bir metin olarak gönderenler şu dua ile yazıya son veriyorlar:

“Ey Hz. Yusuf gibi zindana kapatılan ve Hz. Aişe gibi zulme (iftiraya) uğrayan kızımız, Allah acılarını dindirsin, hürriyetini lütfeylesin; Efendimiz’in (s.a.) seni sevmesi ne büyük mutluluk, cennetin en küçük nasibi bile sana bütün acılarını unutturacak, zalimler de yaptıklarının cezasını çekeceklerdir!”

Kaynak: Yeni Şafak

Okumamak psikolojiyi bozuyor.

 

 

Mustafa Yürekli nörolojinin ve psikiyatrinin verilerinden yola çıkarak okumamanın beyin ve insan psikolojisi üzerindeki etkilerini yorumluyor..

Okumak, yazmak, konuşmak ve dinlemek, günlük hayatta başvurduğumuz eylemler. Bu eylemler sırasında algılama, anlamlandırma, tanımlama, yorumlama ve düşünme gibi pek çok zihinsel etkinliklerde de buluyoruz. Böylesine hayati önemi olan bu dört işlemi (okumak, yazmak, konuşmak ve dinlemek) yapmanın ya da yapmamanın doğurduğu sonuçlar neler? Bu soru önemli.

Çünkü daha çok seyreden ve dinleyen insanlar haline getirildik. Bir vatandaş olarak kendimizi çeşitli zeminlerde iyi ifade ettiğimizi ise söylememiz mümkün değil.Okumuyoruz artık; yayınevleri kitapları çok az basıyor, hatta şiir kitabı, edebiyat kitapları basmıyor. Mektup yazmıyoruz. Bir dilekçe bile yazmaktan aciziz.

Çünkü daha çok seyreden ve dinleyen insanlar haline getirildik. Bir vatandaş olarak kendimizi çeşitli zeminlerde iyi ifade ettiğimizi ise söylememiz mümkün değil.Okumuyoruz artık; yayınevleri kitapları çok az basıyor, hatta şiir kitabı, edebiyat kitapları basmıyor. Mektup yazmıyoruz. Bir dilekçe bile yazmaktan aciziz.

PSİKİYATRİ VE NÖROLOJİ UYARIYOR

İki doktorun, psikiyatrist Dr.Hamdi Kalyoncu ile nörolog Dr.Fikriye Ovak’ın ‘okuma’nın önemi ve insan psikolojisi ve beyni üzerindeki olağanüstü etkilerini anlatmak için birlikte hazırladıkları Okuma Psikolojisi isimli kitap, kitap okumanın insan için ne kadar hayati önem taşıdığını ortaya koyuyor:“Bilimsel çalışmalar, insan beyninin okumayla korunduğunu gösteriyor: Okumayla, beyin kan akımı, beyin elektrik aktivitesi ve metabolizmasında büyük artışlar görülüyor.” diye ifade edilmiş hareket noktası.  Okuma eyleminin insan beyni üzerindeki doğrudan etkisinin tespit edilmiş olması sizce de ilginç değil mi?

Daha da ilginci, beynimizdeki sinir hücrelerinin ölümü bunama noktasına kadar varıyor da pek çok insanın beynindeki bu hayati ve çok ciddi soruna yeterince duyarlılık gösterdiği söylenemiyor: “20 yaşından itibaren herkesin beyninde her gün 50 bin civarında sinir hücresi ölür, ancak yerlerine yenileri gelmez. Vücudun, ölünce yenilenmeyen tek hücresidir sinir hücresi.. Bu ölümler, başka bazı faktörlerle de artarsa kaçınılmaz olarak  az veya çok bunama ortaya çıkar.” Meğer okumamak bir insanın kendine yapacağı en büyük kötülükmüş de haberimiz yokmuş.

Oysa okumak, beyindeki sinir hücrelerini koruyormuş ve ölümlerini durduruyormuş: “Okumayan kişi, 20’li yaşlardan itibaren sürekli ölen sinir hücreleri ile bunamaya doğru yol alır. Düzenli okuyan kimseler ise, başka bir organik sebeb yoksa bundan kurtulma şansını elde eder. Çünkü okumak beyin hücrelerini korur.” Okumak, beyni koruyormuş yani.

Hemen burada, insan için ‘okuma’nın ve ‘düşünme’nin en üst iki zihinsel eylem olduğunu hatırlamakta yarar var. Okuma Psikolojisi’nin daha ilk yazısında, okuma olmadan insanın akli melekelerinin yeterince görev yapmadığına ve okumanın insan beyni, psikolojisi ve davranışları açısından son derece önemli olduğuna vurgu yapılıyor.

ZİHİNSEL MELEKELER VE İŞLEVLERİ

İnsanın zihinsel işlemlerinde, beyin, akıl ve bilgi arasındaki ilişki hemen dikkatleri üzerinde topluyor. Dolayısıyla bize Okuma Psikolojisi öncelikle bilgiden yararlanmak için  gerekli melekelere, bu melekelerin her birinin işlevine ve aralarındaki ilişkiye, yani zihinsel faaliyetlere şöyle bir bakma fırsatı veriyor. Dr.Kriton Dinçmen’in Psikiyatri (İstanbul, Atlas Kitabevi Yayınları, 1969) kitabından alıntı yapılan bir bölüm var ki üzerinde durmadan geçemeyeceğim.

İşte sözkonusu bölümde ele alınan zihinsel melekeler ve temel işlevleri:

         1.Oryantasyon: Kişinin kendisi ve çevresine ilişkin bilgi sahibi olması, zaman ve                           mekan hususunda bilinçli bulunması. Kişi, kim olduğunu, ancak kendi varlığını,                         zamanı ve mekanı bilerek belirleyebilir, diyebiliriz.

        2.İdrak: Beş duyuya çarpan uyaranların (algıların, bilgilerin) doğru olarak algılanması,             hissedilmesi, kavranması ve benliğe mal edilmesidir.

        3.Hafıza:  Önceden öğrenilen, şahit olup idrak edilen ve beyinde saklanan bilgilerin                    iİstenilince yeniden hatıra getirilmesidir..

       4.Dikkat:  Kişinin kendisinde ve çevresinde olup biten hadise ve değişikliklerin farkına              varması ve istediği takdirde belli bir işe kendisini yoğunlaştırabilmesidir.

  1. Muhakeme: “Kişinin kendisinde ve çevresinde cereyan eden hadiseleri akl-ı selimin süzgecinden geçirerek, onlardan doğru neticeler çıkarmasıdır.
  2. Duygulanım:Kişinin kendisinde ve çevresinde vuku bulan hadiselerle ilgilenip onlardan haberdar olmasıyla bunların bazıları karşısında neşelenmesi, bazıları karşısında da üzülmesi ve hiddetlenmesidir.
  3. İrade :İsteyerek bir şeyi düşünmek, bir hareketi yapmak, bir sözü kullanmak veya arzu etmediği takdirde de bir düşünceyi aklından uzaklaştırması, muayyen bir hareketi yapmamasıdır.
  4. Zeka: Önceden elde edilmiş bilgi ve tecrübelerden istifade ederek bugünkü hayat meselelerini çözmek ve hayat şartlarına uyum kabiliyeti olarak tanımlanabilir.

Görüldüğü gibi insanın akli bütünlüğünü oluşturan bu melekelerin hemen hepsi de doğrudan ya da dolaylı olarak bilgiyle ilgili. Dolayısıyla insan, bilgiye muhtaç yaratılmış. Bilgi, insanın asla ihmal edemeyeceği bir ihtiyaç. Hatta bilgiden uzakta, bilgisiz ‘insan olarak kalma’ şansımız bile yok.

BEYİN BİLGİ İLİŞKİSİ

Okuma Psikolojisi’nde insan beynin nöron denilen sinir hücrelerinden oluşan harikulade yapısıyla müthiş bir organ olduğuna sık sık vurgu yapılıyor ve “Beyinde çeşitli yapı ve işlevlerde toplam 180 milyar hücrenin 60 milyar kadarı doğrudan doğruya bilgi işlemleri için görev yapar.” bilgisi veriliyor. Beyindeki sinir hücrelerinin üçte biri bilgiyle ilgili yani.

Vücuttaki bir çok organ, anne karnında son şeklini almış olmasına rağmen beyinin organik ve fonksiyonel gelişimi doğumdan sonra da devam ediyor. Buna bağlı olarak da zeka hızlı bir gelişme gösteriyor. “Bu hızlı gelişme 13-15 yaşına gelinceye kadar aynı şekilde sürer. 18 yaşına kadar zeka gelişimi yavaş da olsa sürer. Bu yaştan sonra ise 20’li yaşların başına kadar aynı kalır. 20-25 yaşlarından sonra da siniri hücrelerin her gün bir mitar ölerek kaybıyla birlikte zekada da gerileme başlar.” deniliyor kitapta.

Prof.Dr.Ayhan Songar Psikiyatri (s.324)isimli eserinde  “Kişi 80 yaşına gelmiş ve hala bunamamışsa zeka yaşı 12 yaşındaki seviyeye inmiştir.Yetişkin ve yaşlı insan, aradaki bu açığı tecrübe ve bilgisiyle kapatır.” diyor, uyarırcasına. Eğer erken bunama sözkonusu olursa, zeka seviyesinin erken yaşlarda çok daha aşağılara inmesi kaçınılmaz hale geliyormuş.

Normal şartlarda hemen her insanda 20 yaştan sonra sinir hücresi kaybı başlıyor. Günde ortalama 50 bin sinir hücresi yok oluyor.Bu kayıp yaş ilerledikçe artıyor. Okuma Psikolojisi’nde “60 yaşlarından sonra günde tahminen 100 bin sinir hücresi ölür.Buna bağlı olarak da beynin ağırlığı azalır.” deniyor.

İnsan dünyaya 350 gramlık bir beyinle geliyor.  20 yaşına girdiğimizde, beynin ağırlığı 1400 grama ulaşıyor. Ne var ki “90 yaşında 1000 grama kadar iner.Böylece beyin ağırlığı 65 yaşta yüzde 5, 75-80 yaşata yüzde 10, 85 yaştan sonra yüzde 20 azalır. Beyin kabuğunun hücrelerinin azalması40 yaştan sonra görülmeye başladığı, girintili çıkıntılı olarak görülen beynin dış kısımlarında daralma ve sinir hücrelerinin azalması sonucu beyin içinde beyin omirilik suyunun dolaştığı kanallardagenişlemenin 40-50 yaşlarında belirginleştiği görülmüştür. İleri yaşlarda beyin ağırlığının yüzde 15 azalmakta, sinir lifleri sayısında yüzde 40, sinir iletim hızında ise yüzde 10 azalma olmaktadır.Bunun yanında ve bunlara bağlı olarak motor aktivitede, bütün duyuların algılanmasında ve mental fonksiyonlarda da belirgin azalma olmaktadır.

Biyokimyasal olarak da intrasellüler (hücre içi) enzimlerde ve nörotransmitterlerde (hücreler arası haberleşmeyi sağlayan maddelerde) değişiklikler olmakta, kan akımında azalma, beynin oksije ve glikoz metabolizmasında da azalmayı birlikte getirmekte, oksijen ve glikoz kullanımıyla ilgili problemler ortaya çıkmaktadır. Beyin elektriksel aktivitesi de yaşlanmayla yavaşlamaktadır.”deniyor. (s.106-107)

KULLANMA BEYNİ KORUYOR

Beyin kullanıldıkça gelişiyor ve korunuyor. Kullanılmadığı oranda da hem kendini meydana getiren hücreleri hem de işlevlerini kaybediyor.

Bundan en çok etkilenen de şuurlu faaliyetlerimizin merkezi durumunda bulunan üst beyin (korteks) denen kısım oluyor.

Zamanla beynin bu korteks denilen bu alanında başlangıçta varolan nöronların yüzde 50’si veya daha fazlası yok oluyor: “Hayatın ilk haftaları,ilk ayları ve hatta ilk yılı içinde beynin bir çok bölümü aşırı sayıda nöron üretir ve bunların aksonları da başka nöronlara bağlanmak üzere pek çok dala ayrılır.

Eğer bu yeni sinir hücreleri, uygun başka neronlarla, kas hücreleri ile veya salgı hücreleri ile bağlantı kuramazlarsa birkaç hafta içinde yok olur giderler.Bir bebeğin doğumundan kısa bir süre sonra beynin çeşitli bölgelerindeki nöronların nihai sayısı ve bağlantıları ‘ya kullan, ya kaybet’ ilkesine göre belirlenir.

Bir örnek vermek gerekirse, yeni doğan bir hayvanın bir gözü birkaç hafta boyu kapalı tutulursa görsel korteksteki hücre katmanlarıdejenere olur ve o göz hayat boyunca ya kısmen ya da tamamen kör olur. Normal gelişmesine ulaşan, kısaca beyin dediğimiz sinir sistemimiz kullanıldığı takdirde diri kalır.” (s.108)

Kullanma beyni koruyor. Okuma ve öğrenme ise sinir sistemini en geniş çapta çalıştıran ve koruyan bir eylem olarak karşımıza çıkıyor.

Bu bağlamda eğitim, beynin bir amaca yönelik olarak planlı ve yeniden şekillendirilmesi işlemi olarak ortaya çıkıyor. Eğitim düzeyinin beyin işlevlerinin gelişmesindeki etkisi açık.

OKUMANIN BEYNE ETKİSİ

Okuma eyleminin beynin kan akımı üzerindeki olumlu etkileri, beyin dokusu için yeri başka bir şeyle doldurulamayacak derecede önem arz ediyor. Bu gerçek, ileri görüntüleme metotlarıyla da ispat edilmiş: “Beyin kabuğunda birbirinden ayrı 250 kadar segmentte, aynı anda kan akımı kayıt eden bir yöntemde, ‘radyoaktif ksenon’ maddesi ‘karotis’ atar damarı içine enjekte edilir. Daha sonra her beyin kabuğu bölgesinin radyoaktivitesi  kaydedilir. Bu teknikle yerel nöronal aktivitedeki değişimlere cevap olarak beynin her segmentinde kan akımının saniyeler içinde değiştiği saptanır. Kitap okuma sırasında oksipital kortekste ve temporal korteksin lisan algılama alanlarında kan akımının arttığı tespit edilmiştir.”

Bilim, okumanın beyini etkilerini keşif için büyük çaba sarfediyor. Gün geçmiyor ki okumanın beyine ve psikolojiye olumlu etkisi keşfedilmemiş olsun: “Beyindeki kan akımı ve glikoz metabolizmasını gösteren bir yöntem olarak PET Yöntemi’yle de bu durum ispat edilmiştir. Okuma, konuşma ve düşünmeyi içeren mental aktivitenin eşlik ettiği serebral kan akımı ve glikoz metabolizmasındaki lokal değişiklikleri gösteren bu yöntemde; okurken, başın arka kısmında (oxipitalde) bir alan, düşünürken ön frontal kısımda, aktif konuşma esnasında ise orta kısımda bir alanda artış olduğu tespit edilmiştir. Her düşünce, ‘beyin kabuğu’nun bir çok bölümünde talamusta, limbik sistemde ve beyin sapının retiküler formasyonunda eşzamanlı sinyaller oluşmasına yol açar.” (s.109)

Düşünce dediğimiz şeyin, sinir sisteminin, başta Serebral Korteks olmak üzere Talamus, Limbik sistem ve beyin sapındaki yukarı retiküler formasyonu da içine alan bir çok bölümünün aynı anda ve belirli bir sıra içinde uyarmasının sonucu olduğu biliniyor artık.Buna düşünmenin bütüncül kuramı ‘Bolistik Teori’ deniyor: “Doğumdan itibaren beynin karşılaştığı uyaranların çeşitli ve zengin olması, bu uyaranların eğitimle sürekli ve sitmeli hale getirilmesi ve bütün bunların yaşam süresince devamı, beyni yaşlılığın getireceği fonksiyon kayıplarına karşı dayanıklı ve güçlü kılmaktadır. Bir başka ifadeyle beynin temel görevlerine ek olarak, bilmeyle, öğrenmeyle ve yapmayla ilgili fonksiyonları ne denli geliştirilirse, beyin de o ölçüde etkili kullanılır.” (s.110)

Okuma, anlama ve düşünm beyin üzerinde meydana getirdiği etki, sinir ve akıl sağlığı için asla yeri doldurulamaz ve vazgeçilmez bir faaliyettir.

BUNAMAYA KARŞI OKUMAK

Yaşlılık, bir sosyal olay. Bu nedenle yaşlılığın başlangıç çizgisi toplumdan topluma değişiyor. Araştırmalar, 50 yaş ve daha sonrası için zihni fonksiyonların önemli derecede azaldığını gösteriyor. Dolayısıyla yaşlılık sınırı, bazı toplumlarda 50, bazılarında 60 ve bazı toplumlarda da 80-90 yaş olarak belirleniyor. Tıp camiası genel olarak 50-65 yaş arasında kognitif (zihni) fonksiyonların hızlı değişimini göz önüne alarak 65 yaşı yaşlanma için kabul edilebilir sınır olarak belirliyor.

Yaşın ilerlemesiyle insanda hem fiziksel olarak hem de sinir sisteminde dönüşü olmayan değişiklikler meydana geliyor. Yaşlılıkta zihni melekeler zayıflamakta ve işlevlerinde gerilemeler gözlemlenmektedir. Örneğin hafıza, daha genç yaş gruplarına oranla zayıflamaktadır: “Kopleks materyalin hatırlanmasında, benzer bilgilerden yararlanarak hatırlamada ve şekil belleğinde etkilenmeler görülmektedir. Dikkat ve kişinin kendini, bulunduğu yeri ve zamanı bilmesi anlamında olan oryantasyon’da zayıflama meydana geliyor. Hafıza bozukluğu, öğrenim durumuyla yakın ilişki gösteriyor ve eğitim süresi arttıkça bu fonksiyonların daha az etkilendiği görülüyor. Dolayısıyla düşük seviyeli eğitim ve meslekler kognitif (zihni) bozulmaların ortaya çıkması açısından risk faktörü oluşturuyor.”

Okuma ve eğitimin ‘beşikten mezara kadar’ ilkesi ile ömür sürdürülmesi gerektiği apaçık ortada. Lise veya üniversite seviyesinde bir okul bitirip de eğitimini bu seviyede dondurmuş ve okul yıllarından sonra bir daha kitap almamış ‘okumuş’ insanların sayısı maalesef zannedildiğinin çok üzerindedir.. Oysa okumamakta direnenleri orta yaştan sonra bekleyen tehlike ‘demans’, yani ‘bunama’dır.

Beynin kullanılmaması sonucu, kaçınılması çok zor olan bunamanın bazı hallerde daha erken gelişmesi de mümkün. Bir takım faktörler, günlük sinir hücresi ölümünü 50, 60 binden birkaç milyona kadar çıkararak bunama tehlikesini daha da öne çeker.

Sinir hücrelerinin aşırı derecede kayıbı sonucu beyin doksunun azalmasına sebep olan faktörleri kısaca şöyle sıralayabiliriz: “Sigara, alkol, esrar, eroin gibi uyuşturucu maddeler ve kronik zehirlenmeler. Alzheimer, parkinson, epilepsi gibi beynin dejeneratif hastalıkları. Kafa travmaları. Endokrin hastalıkları, diyabet ve üremi gibi metabolik hastalıklar.. Uzun süreli stres ve aşırı ruhsal yüklenmeler. Gece hayatı gibi düzensiz yaşam, yorucu hayat şartları. Hava kirliliği, kosijensiz ortamlarda yaşama. Beyni etkileyen enfeksiyon hastalıkları. Gebelikte annenin kullandığı alkol, sigara ve bazı ilaçlar. Beslenme bozuklukları ve şişmanlık. Dikkat edilirse bu faktörler içinde kişiyi uzun süreli etkileyen ve en yaygın olan sigara ve alkoldür. Bu etkenlere maruz kalan kimselerde sinir hücresi kayıpları kat kat artar; beyinden her gün birkaç milyon sinir hücresi ölerek eksilir.” (s.122)

Her insan 20 yaşından itibaren günlük 50 binlerin üzerindeki sinir hücresi kayıpların önüne geçmek ya da sinir hücrelerinin ölümünü azaltmak ancak okumakla mümkündür. ‘Oku’ emriyle indirilmeye başlanan Kur’an-ı Kerim’in şifa oluş mucizesinin ilk tecellisi de bu olsa gerek.

İBADETLERİN VE DUANIN BEYNE ETKİSİ

Din bu ciddi sorunu karşısında insana destek veriyor: Kanada’da yapılan bir araştırmaya göre, ibadetlerde ve duada (dini meditasyon sırasında) bazı bilim adamlarının savunduğu gibi beynin sadece bir kısmının değil, birçok bölgesinin harekete geçtiği belirlendi.

Montreal Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden Dr. Mario Beauregard ve ekibi tarafından yürütülen araştırmada, 23 ila 64 yaşındaki 15 rahibenin dini meditasyon sırasında beyin faaliyetleri MRI (manyetik rezonansla görüntüleme tekniği) ile incelendi.

Sonuçları ‘Neuroscience Letters’ adlı dergide de yayınan araştırmada, bazı bilim adamlarınca 10 yıl kadar önce dile getirilen ve beynin ön tarafında dini inanışı yöneten ‘Tanrı noktası’ adlı özel bir bölgenin bulunduğu teorisinin sorgulanması amaçlandı. Dr. Beauregard ve ekibi tarafından yürütülen araştırma, ibadete ve duada (dini meditasyon) odaklanma sırasında, beynin faaliyetinin sadece ‘ön lob’ ile sınırlı kalmadığını ortaya çıkardı.

Araştırmasının sonuçlarını yorumlayan Dr. Beauregard, ‘Beyinde tek başına bir Tanrı noktası bulunmuyor. Bu tip faaliyet sırasında, duygulanma, benlik bilinci veya vücudu boşlukta betimleme gibi değişik fonksiyonlarla birlikte tüm beyin çapında karmaşık bir hareket söz konusu’diye konuştu.

Deneyleri sırasında, rahibelerin kendilerine ‘Tanrı ile birlikte bir mutluluk ve barış duygusu’hissettiklerini anlattıklarını söyleyen Beauregard, bu sırada özellikle beynin heyecan kısmı olan limbik sistem bölgesinde bir hareketlenme tespit ettiklerini kaydetti.

İncelemelerinde ayrıca vücudun betimlenmesine bağlı bir bölge olan yan kortekste de değişiklik belirlediklerini anlatan Beauregard, din adamlarının meditasyon sırasında vücutlarını daha az hissettiklerini söylemelerinden ötürü beynin bu bölümünün önemli olduğunu belirtti. Kanadalı bilim adamı buna karşın, bu faaliyet sırasında beyin dalgaları seviyesinde bir yavaşlama tespit ettiklerini belirterek, ‘Beyin dalgalarını isteğe bağlı olarak yavaşlatmak olanak dışı. Bu durum bize dini meditasyon sırasında elektrik seviyesinde beynin çalışmasında bir değişiklik olduğunu gösteriyor’ dedi.

İbadetlerin, duanın ve okumanın sinir hücreleri kaybını önleyerek insana destek vermesi ve insanın dine muhtaç yaratılması, tıp ilminin ortaya koyduğu, insanı hayrete düşüren bir gerçek.

OKUMANIN BEYİNDEKİ ORGANİZASYONU

İnsan beyni, pek çok karmaşık işlemi aynı anda yürütebilen kompleks bir bilgisayardan daha fazlasını yapma kudretine sahip muhteşem bir organdır.

Okuma eylemi, çok basit gibi görünmesine karşılık, tüm beyni çalışmaya sevk ediyor ve zinde bir ruh halini ortaya çıkarıyor: “Okuyabilme yeteneğine sahip tek canlı varlık olan insanoğlu bu işlemi gerçekleştirmek için  organik ve zihinsel yeterliliğe malik olmalıdır. Her şeyden önce bu kıymetli yeteneğini kullanabilmek, yeterli düzeyde zekayı gerektirir. Ayrıca şuur seviyesi de okumayı gerçekleştirecek kadar açık olmalıdır. Ayrıca bir lisan olmadan okuma gerçekleşmez.”

Lisan bir iletişim aracıdır. Dolayısıyla ‘konuşma, anlama, okuma, yazma, tekrarlama ve isimlendirme’ gibi beynin temel fonksiyonlarının organize olduğunu görürüz okurken..

BEYİN LİSAN İLİŞKİSİ

Konuşma, doğumdan en erken 1.5 yıl sonra ortaya çıkabiliyor.
Anlama ise çok daha öncelerde oluşabiliyor.
İsimlendirme, ortalama 3.5 veya 4 yaşında..
Okuma ve yazma da tam olarak 6-7 yaşlarında oluşuyor.

Bunlar, beynin doğumdan sonraki normal sağlıklı gelişimiyle ilgili. Tüm bu fonksiyonlar, beynin daha çok bir yarım küresi içinde organize olmuşlardır. Sağ elini kullananların yüzde 99’unda, sol elini kullananların yüzde 70’inde beynin hakim yarı küresi sol yarı küredir.

“İnsan beyninde, lisanın konuşulur hale gelmesi için organize edilmiş belli merkezler vardır. Beyinde duyarak anlama, görerek anlama ve bunların birleştirilmesi ile konuşma fonksiyonları belli bölgelerde yerleşmiş bulunmakta. 

Lisan öğrenirken çocukların kullandığı yol doğru; öncelikle bir kelimenin duyarak anlaşılması gerekir. Duyarak anlamada, sol beyin yarım küresi etkili. İşitilen seslerle ilgili uyarılar, ilk olarak işitsel beyin kabuğuna gelir.Burada sessizce sesleri algılarız. Daha sonra bu bilgi, ‘duyarak anlama alanı’na gelir.Burada işitilen seslerin anlaşılması sağlanır. Duyarak anlama merkezi alanında öğrenilen mesajlar bir bant aracılığıyla konuşmanın motor (hareketle ilgili) alanına aktarılır. Bir kelime söylemek ya da okumak gibi işlevler için gerekli kasların organizasyonu ve hareketleri motor konuşma merkezinin emirleriyle yerine getirilir. Dolayısıyla tüm bu hareketlerin beyin kabuğundaki merkezden düzenlenmesi gerekir.

Motor beyin kabuğunda kalkan lifler, beyin sapındaki kafa sinirlerinin çekirdeklerine gelir ve buraya konuşmayla ilgili beyin kabuğundan gelen emirlerin ulaşması sonucu, konuşma için gerekli hareketler yapılabilir.Ağız, dil, gırtlak, çene vs. hareketleri motor konuşma merkezi ve duyarak anlama merkezi birbirine ‘assosiyasyon bandı’ denilen  birleştirici bir yol (arkuat fasikulus) ile bağlanır. Arkuat fasikulus aynı zamanda tekrarlamadan sorumludur. Ezberleme için gerekli tekrarlama fonksiyonu, arkuat fasikulus olmadan yapılamaz. Okuma ve yazma fonksiyonunda arkuat fasikulus ve kısmende supra marginalgirus önemli görevler üstlenir.”

Lisanı kullanırken, normal konuşma akıcı, düzgün olmalı, açıkça anlaşılmalı ve gramer-kelime içeriği doğru olmalıdır. Tüm bu özellikler beyinde sol taraftaki motor konuşma alanı ve beyin kabuğundaki motor alanın bağlantıları ile sağlanır. İnsandaki isimlendirme yeteneği olmasaydı insanların birbirleriyle anlaşması mümkün olmazdı. Beyinde isimlendirme işlevi yine dominant inferior pariyetal (yan lobunun) beynin diğer tüm loblarının beyin kabuğu ile bağlantısı sonucu sağlanır. Yani isimlendirme işlevi sırasında beyindeki tüm lobların beyin kabuğunda faaliyeti olur.

Her iki beyin yarım küresinin arka bölümünde bulunan oksipital lobdaki görme merkezleri (18. ve 19. alan) tarafından görerek algılama sağlanır. Bu bilgi, yine sol beyin yarım küresinde bulunan bir merkez (Angüler girus 39.alan) aracılığıyla Wernicke alanında gerçekleştirilen duyarak anlama fonksiyonu ile birleştirilir.

Angüler girus sol beyin yarım küresinde, yan lobun arka alt bölümünde bulunan okuma yazma alanıdır. Bu merkez sayesinde okuduklarımızı ve gördüklerimizi anlayabiliriz.

Okuduğumuzu anlayamama ile ortaya çıkan beyin bozukluluğuna “aleksi” denir. Bu da, ya saf kelime körlüğü veya yazma bozukluğu ile olan aleksi olarak gözlenir.

Saf kelime körlüğü olan hastalar konuşur, anlar, yazar ancak yazılı bir metni anlayamaz, yani okuyamaz veya yazılı bir kelimeyi kopya edemez.

Yazma bozukluğu ile birlikte olan aleksi ise çok daha sık görülür. Hasta okuyamaz ve her iki eli ile de yazamaz. Bu durumdan sorumlu olan bozukluk, yukarıda bahsi geçen angüler girusdadır. İsimlendirme ile birlikte sayı sayma ve görme bozukluğu da olaya eşlik eder.

YAZMA VE KONUŞMANIN BEYNE ETKİSİ

Ayrıca beyinde sağ ve sol yarım küreleri birbirine bağlayan “korpus kallozum” denilen yapının “spleniyum” parçası her iki görme alanını bağlar. Bu yapının okuduklarımızı anlamaya katkısı vardır. Bu bölgede olan herhangi bir bozuklukta kişi, akıcı yazabildiği halde, yazdığını okuyamaz, anlayamaz.

Sesli olarak okuma için beyinde, sol taraftaki, görerek anlama ve okuma merkezi, beynin motor alanı ve motor konuşma alanı faaliyet gösterir.

Yazı yazmak için ise yine okuma merkezi ve beynin ön bölümünde yer alan frontal loblar arasındaki bağlantılar işlev görür. Yazma yeteneğinin kaybına ise “agrafi” denir.

Anlama, birçok uyaranlarla karşılaşma sonucu beslenen ve gelişen bir fonksiyon olarak konuşma, okuma ve yazmaya oranla beyindeki organizasyonu daha geniş bir fonksiyondur.

“Yazma işlevi ise ikinci frontal girusun arka bölümünde bulunan Exner’in hipotetik yazı yazma merkezi olarak bilinen alandan (45.alan) motor korteksin el ve kol kasları ile ilgili motor nöronlarına uygun impulsların gönderilmesi ile gerçekleşir.

Bu arada duysal korteksten ve duysal assosiyasyon korteksinden ana lisan merkezlerine gelen projeksiyonlar da konuşmanın programlanmasında önem taşımaktadır. Lisan ve konuşma ile ilgili her işlemin beyinde ayrı ve birbiri ile irtibatlı bölgeleri var. Konuşmada olduğu gibi yazmanın da programlanmasında suplementer motor alan önemlidir. Lisanın gerçekleşmesinde sol beyin yarım küresindeki beyin kabuğu altındaki bazı yapılar da önemli görevler üstlenmiştir. Lisanla ilgili beyin kabuğu bölgesinin aktive olmasını “talamus” denen kısım, motor hareketlerinin kolaylıkla yapılması ise “putamen” ve “kaudat çekirdek” denilen nöron gruplarının oluşturduğu yapılarla sağlanır.

Frontal ve temporopariyetal (ön ve yan) beyin kabuğu arasındaki “broca”, “wernicke” ve “angüler girus” alanları konuşma, anlama, tekrarlama, okuma, yazma ile ilgili bulunmuştur. Frontal korteksle subkortikal yapılar (talamus ve striatum) arasındaki bağlantılar konuşmanın başlatılması ve sürdürülmesi ile ilgilidir. Temporopariyetal beyin kabuğu ile beyin kabuğu altındaki yapılararasındaki bağlantı, anlama organizasyonuyla ilgilidir. Pariyetal korteksle beyin kabuğu altındaki yapılar arasındaki ilişki ise yine okuma ve yazma ile ilgili görülmüştür.” (s.128, 129)

LİSAN VE AFAZİK SEMPTOMLAR

Lisan merkezlerinden birinde harabiyet olursa, beyin lisanla ilgili bazı faaliyetleri ya yerine getiremez ya da bu işlevler bozuk olarak gözlenir. Okuma için gerekli olan isimlendirme, tekrarlama, kelime üretimi, duyulan ya da okunan sembollerin anlaşılmasındaki bozukluklar doğal olarak okumayı ve okunanın anlaşılmasını etkiler. Afazilerde, duyarak anlama değişik derecelerde bozulur. Wernicke alanı bozukluklarında bu özellik daha belirgindir.

OKUMA VE YAZMA BOZUKLUKLARI

Lisan bozukluğu olgularının önemli bir bölümünde okuma, yazma, duyarak anlama işlevleri, birlikte ve çoğu kez değişik derecelerde bozulur. Afazik bozukluklara sıklıkla diğer yüksek serebral fonksiyonlarla ilgili bozukluklar da eşlik eder. Okuma ve yazma fonksiyonları lisanla ilgili olarak ciddi şekilde bozulur.

DÜŞÜNCE, BİLİNÇ VE HAFIZA

Kuşkusuz her düşünce beyin kabuğunun birçok bölümünde ve talamusta, limbik sistemde ve beyin sapının ağsı yapısında eş zamanlı sinyaller oluşmasına yol açar. Bazı kaba düşünceler tamamen beynin alt düzeylerine bağlıdır. Ağrı düşüncesi buna örnektir.

Diğer taraftan görme ile ilgili düşünceler için beyin kabuğu gereklidir. Çünkü görsel korteksin kaybı, görsel biçim ve renk algılama yeteneğini tümüyle ortadan kaldırır. Düşünme için sinirsel aktivite bazında şöyle bir tanım ortaya koyabiliriz:

“Bir düşünce sinir sisteminin başlıca beyin kabuğu olmak üzere talamus, limbik sistem ve beyin sapındaki yukarı retiküler formasyonu (ağsı yapıyı) da içine alan birçok bülümünün aynı anda ve belirli bir sıra içinde uyarılmasının sonucudur. Buna, düşünmenin bütüncül kuramı (Holistik Teori) denir.

Limbik sistemin, talamusun ve beyin sapındaki retiküler formasyonun uyarılan alanları, düşünceye; haz, hoşnutsuzluk, acı, rahatlık, kaba duygusal kalite ve başka genel nitelikler katarak, düşüncenin genel özelliklerini belirler. Diğer taraftan beyin kabuğunda uyarılan alanlar ise düşüncenin tek tek özelliklerini belirler.

Okuma ve düşünme ile ilgili aktivitenin yer aldığı bir bölge de “prefrontal korteks”tir. Beynin ön kısmında bulunan beyin kabuğunun bu bölümü, soyut düşünme, çağrışım, fikir ve aktivitenin entegrasyonu, karar verebilme, olgun düşünme, hafıza, duygusal tepkilerin şartlara göre ayarlanması ile ilgilidir. Ayrıca bu alan, kişideki sakinlik ve aşırı keder, mutluluk, dostluk ve huysuzluk gibi karmaşık cevapların kaynaklandığı kısımdır.”  (s.129)

HAFIZA : BİLGİ DEPOSU

Bellek dediğimiz “bilginin depo işlemi” de (beyindeki sinir hücrelerinin ve bağlantılarının) sinapsların bir fonksiyonudur. Yani belirli tipteki duysal sinyalleri geçiren sinaps dizileri, ayrı sinyalleri bir dahaki sefere daha kolay iletme yeteneği kazanır. Bu olaya fasilitasyon (kolaylaştırma) diyoruz.

“Duysal sinyaller sinapslardan birçok defalar geçtikten sonra o kadar kolaylaşır ki, bizzat beyinden doğan sinyaller duysal giriş uyarılmasa bile impulsların (uyarımların) aynı sinaps düzeyinde iletilmesine neden olur. Bu ise, şahısta orijinal duyuların algılanmasına yol açar. Aslında olay duyuların hatırlanmasından ibarettir.

Anılar, bir kere sinir sisteminde depo edildikten sonra işlenme mekanizmasının bir bölümünü oluşturur. Beyinde düşünme işlemi, yeni duysal izlenimleri depo edilen anılarla karşılaştırmaktan ibarettir. Anılar yeni duyusal bilginin seçimine ve ileride kullanılmak üzere uygun depo alanlarına ya da vücudun hemen cevap verilebilmesi için motor alanlara gönderilmesine yardımcı olur.

Çok amaçlı bir bilgisayarın temel unsurları ile insan sinir sistemi arasındaki benzerlikler, beynin asıl, temel olarak duysal bilgileri sürekli olarak toplayıp, depo edilmiş bilgilerle birlikte vücut aktivitelerinin günlük ilerleyişini idare etmek için kullanılan harika bir bilgisayar olduğunu gösterir.

Lisan ile okuma ve anlama işlemleri bir bütünün parçaları gibidir. Ancak okuduğunu anlamanın bir de kültürel boyutu vardır. Anlamak için sadece “okumak” bir işlem olarak yetmez. Dolayısı ile “oku”maktan kasıt aynı zamanda “anlayabilmek”tir.

Sadece sesli okuma esnasında kişi okuduğunu anlıyor sanılmamalıdır. Bir kişi neyi okuduğunu bilmeden de düzenli bir şekilde okuyabilir. Okuduğunu anlama, daha çok eğitim, kültür ve “zihinsel duruş”la bağlantılı bir işlevdir. Bu sadece organik faktörlere bağlanamaz. Ancak, okuma ve anlama için organik yeterlilik temel şarttır. Bu temel şartın üzerine yeterlilik şartı zihinsel duruş, kültür ve uygun eğitimin olmasıdır.” (s.131-132)

OKUMANIN PSİKOLOJİK YARARLARI

Okumanın kişi ve topluma sağlayacağı bir çok yarar yanında psikolojik yararları da son derece önemli. Beyin dokusunun ana hücreleri olan ‘nöronlar’ın kullanılmadığı zaman hayatiyetini kaybetme tehlikesi var. En önemli organımız olan beynimizin, özellikle şuurlu kontrolü sağlayan ve bütün zihni ve duygu faaliyetlerimizin merkezi olan ‘korteks’i (üst beyni) oluşturan hücreler bilgi ve tefekkürle sürekli beslenmeye muhtaç.

Bunamayı geciktiren ya da hiç olmamasını sağlayan tek ilaç var: Okumak! Okumak, anlamak ve düşünmek.. Beyni, beyin hücrelerini okumak ve düşünmekten daha fazla çalıştıran ve bununla koruyan başka bir yol mevcut değil.Her gün 100 bine yakın sinir hücresi kaybediyor beynimiz. Beyindeki bu yıkıma karşı tek tedbir var, o da okumak:  “Eğer insan beyin hücrelerinin bu yakılışının önüne geçmek üzere okumak ve düşünmek eylemi içerisinde olmaz ise ölen sinir hücreleri oranında zihni gücünden her geçen gün biraz daha kaybedecek  demektir. Giderek hafıza zayıflar, dikkat azalır, unutkanlık artar, zeka geriler. Huzursuzluk, tahammülsüzlük, verimsizlik ve tatminsizlik ortaya çıkar. Bunlaara bağlı olarak da hayattan zevk alma ve yaşama isteği azalır, kaybolur.” (s.134)

Sürekli okuyan, bilgi edinen, düşünen kimsenin hafızası silinmiyor, zihni fonksiyonları diri oluyor.  Hafızası, aklı ve bilinci okuma eylemi sayesinde yerinde kalıyor: “İdrak, hafıza, dikkat, muhakeme, zeka, duygulanım ve irade gibi akıl melekeleri yani tek kelime ile aklımız, gerekli bilgiler olmadan yeterli derecede iş görmez. Sahibini koruyamaz. Kendimizin ve çevremizin farkında olma ya da bir mekanda  ve zamanda yaşıyor olduğumuzu bilme anlamında şuur hali için de bilgi şart. Şuur, insanın gerek şahsından, gerekse çevresinden haberdar olması ve bu iki ortam arasında bağlantı kurabilme melekesidir ki bilgisiz iş görmesi zordur. Şuurlu olabilmek için akıl ve ruh sağlığıyla birlikte doğru bilgiye de ihtiyaç vardır. Ruh sağlığı, ‘kişinin kendisi, çevresi ve Tanrı’sıyla uyum hali’ olarak ifade edilir.” (s.137)

Dengenin kurulabilmesi için iki önemli şarttan biri akıl, diğeri de doğru bilgidir. ‘Akıl aygıtı’nda,‘bilgi hammaddesi’ kullanılarak ‘düşünce’ üretilir.

Aklını hiç kullanmayan kişi, geri zekalı olarak kabul edilmektedir. Öğrenmenin ve bunun için okumanın en temel psikolojik yararı, fonksiyonel geri zekalı durumuna düşmekten kurtarmasıdır.

Beynin her iki yanını çalıştırarak kapasiteyi kat kat artırmanın yolu olarak görünen okuyarak öğrenme, kapasiteyi artırdığı oranda kişinin başarılarını da artıracağı için son derece yarayışlı ve önemlidir.

KİTAP MEDENİYETLERİN TEMELİDİR

Okuma Pssikolojisi’nin önemi ve değeri sadece ele aldığı konudan değil, aynı zamanda kaynakçasını oluşturan Türkçe ve yabancı dillerde yazılmış kitaplardan geliyor. Örneğin bu kitabın sayfalarında, aklın ‘insanın kendi davranışını bilmesine, yargılamasına ve tayin etmesine yarayan kabiliyettir’ şeklindeki Meydan Larousse tanımı yanında, dinin aklı olanı muhatap aldığını belirten İslam alimlerinin yaptığı ‘iyi olanı yapma, kötü olandan kaçınma gücü’şeklindeki akıl tanımını da okuyabiliyoruz.

Düşünürler, tarih boyunca akılı tanımlamak için çok büyük çaba sarfettiler. İnsanın aklı sayesinde eşref-i mahluk olduğu gerçeğinde birleştiler. Felsefede Yeni Eflatuncular, “Tanrıdan ilk taşıp gelen ve varlık sahnesinde ilk olarak ortaya çıkan şey akıl olduğu için akla Allah’ın mümessili, rasulü” şeklinde bir tanım getirerek aklın hayati rolüne vurgu yapıyor. Fransız düşünür R.Garaudy de İslam ve İnsanın Geleceği kitabında (s.90) aklın insana bir lütuf olduğunu belirtirken, kusursuz aklın sebebler ve gayeleri araştırmanın yanında, her şeyde Allah’ın varlığının işaretini, ‘ayet’ini görmesi gerektiğini belirtiyor. İslam insandan kendisine bağışlanan akıl yetisini doğru ve tam kapasiteyle kullanmasını istemiş ve bilgili olması için “oku” demiştir. Burada Alexis Carrel’in“Akıl, bu dünyanın en muazzam gücüdür. O yeryüzünü alt üst etmiş, medeniyetler kurmuş ve yıkmıştır.” sözünü da hatırlamamız gerekiyor.

AKLIN PUTLAŞTIRILMASI

Akıl, bilgiyle çok büyük bir güç haline gelebiliyor; bilgisizken de çok çaresiz kalabiliyor. Aklın işlevsel (kullanılır durumda) olabilmesi doğru bilgi ile desteklenmesine bağlı. İlahi dinin imkanları da aklın kullanılır durumda olmasını gerektiriyor.

Ne var ki bilgiye ulaşmada ve kullanmada yeri doldurulamaz bir araç olan akıl, Batı medeniyetinde amaçlaştırılmış, hatta tanrılaştırma boyutuna kadar taşınmıştır. “Homo homini deus” delimşitir. (İnsan insanın tanrısıdır.)

Batı aklı, kendini tanrının yerine koyup ‘insanı aktif, tanrıyı pasif’ insanı özne, tanrıyı nesne konumunda tasavvur etmiştir. “Batı aklı insanı böylece sınırsız ve sorumsuz bir konuma getirmiştir; insanı aşkın özne, ‘Mutlak fail’ makamına çıkarmıştır. Bu yüzdendir ki ‘insanlaştırılan tanrılar’ ile ‘tanrılaştırılan insanlar’ arasına sıkışan fert ve toplumlar, yaratılış amacından uzakta, huzursuz ve mutsuz bir hayat sürmek zorunda kalmıştır.” şeklindeki bir tespitle İslam aklı ile Batı aklı arasındaki farka da  işaret ediliyor kitapta.

İslam, insanı sorumlu tutuluşunu, iyilik ve kötülüğün akıla bağlı oluşuna dayandırıyor: Kur’an-ı Kerim bütün kötülükleri aklın sağlıklı kullanılmamasında, bütün iyilikleri de onun işlevini yerine getirmesinde görüyor.

Bağışlanan öteki pek çok nimetle birlikte aklını kullanmayan insanlar, insan olarak kabul edilmemiş, hatta onlar hayvanlardan da aşağı sayılmıştır. İnsanın tüm yaratılmışlar içinde seçkin bir varlık olmasının temel dayanağı, dini emirlere muhatap tutulması ve ahlaki bir varlık olmasının da önkoşulu olan akıl, ilim ve  irade yetenekleriyle donanmış oluşudur.

AKILI KORUMA SORUMLULUĞU

İnsan olarak var olmayı anlamlı ve değerli hale getiren akıl karşısında insan ilk olarak onu kullanmak ve korumaktan sorumlu tutuluyor; diğer yükümlülüklerini yerine getirmesi de (dinin, nefsin, neslin ve malın muhafazası) yine aklın korunması ile mümkün oluyor.

Akıl hazinesi ferde ait bir şey değildir. Bu nedenle toplumun her ferdi akıl bakımından sağlıklı olmalıdır ki birbirlerine iyilik ve yardımda bulunabilsinler.

İslam Hukuku Metodolojisi (s.319) isimli eserinde Prof.Dr.Muhammed Ebu Zehra “Akli denge ve ahengi yitiren fertler topluma yük olurlar. Böyle bir duruma düşmemeleri için aklı felaket ve yıkımlara uğratan şeyleri yasaklayıcı hükümlere uymak gerekir. Yine akıl ve şuur bozukluğuna düçar olan fertler, toplum içinde başkalarına kötülük ve tecavüz araçları haline dönüşürler ki bu da toplumun selameti açısından sakınılması gereken bir husustur.” demektedir. Demek ki İslam insanın ruh ve akıl sağlığı konusunda özellikle toplumu ve devleti sorumlu tutmaktadır.

MADDİ VE MANEVİ KORUMA

Tam burada Okuma Psikolojisi’ndeki çok önemli bir tespite vurgu yapmakta fayda var. “Beyne zarar veren her şey aklı da etkiler. Bunun için onlardan azami derecede korunmak, aklı muhafaza etmenin ön şartıdır.” Dolayısıyla aklı, a) maddi (biyolojik) bakımdan ve b) manevi (bilgi ve tefekkürle) olmak üzere iki şekilde korumak gerekiyor.

Aklı maddi bakımdan korumaya gelince.. İslam, hayatın nirengi toktası teşkil ettiği için aklı ifsat edecek, amacı doğrultusunda çalışmasını engelleyecek maddi unsurları yasaklıyor; durum ve şartlara göre bir takım müeyyideler va’z ediyor: Kur’an-ı Kerim’de Maide Suresi’nde (90. ve 91. ayetler) “Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (heykeller, putlar) fal ve şans okları, şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içki ve kumar yoluyla  ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister..”buyurmaktadır.

Manevi bakımdan aklı korumak ise.. Kendi başına doğru yolu bulamaz. Peygambere ve vahye ihtiyaç duyar.. Zaten peygamberlik ve vahiy de ancak akılla açığa çıkar, anlaşılır. Demek ki Yaratıcı’dan gelen vahyi, “vahiy yoluyla elde edilen bilgiyi ve doğru haberi aklı koruyan bir nimet olarak bilmeli ve ondan istifade etmeli. İşte bu da aklın en önemli fonksiyonu olan ‘oku’makla mümkün. Bu açıdan okuma yeteneği Rabbi’nin kuluna en büyük nimetlerinden biri! Kur’an Alak Suresi’nde (6. ve 7. ayetler) uyarıyor: ‘Okumamaktan sakın! Çünkü insan muhakkak azar.’ (s.25)” Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili isimli meşhur tefsirinde söz konusu ayetleri açıklarken “Şeytanın ve nefsinin telkinleri ile kendini kendine yeterli gören insan okumaya ihtiyacı olmadığını sanır.Hal bu ki okumak, bir anlamda öğrenmeye ihtiyacı olduğunu itiraf etmek ve Kur’an karşısında diz çöküp teslim olmaktır. Bundan kaçınmak ise ifade edildiği gibi azmaya sebeb!” demektedir.

Allah, Kur’an, kainat, hayat ve insan arasındaki ilişkiyi doğru kavramak gerekiyor. İnsan Yaratıcı ile sürekli iletişim halinde. Allahu Teala ile insan arasındaki iletişimin en açık ve net olanı vahiy ile olanı, Kur’an-ı Kerim’le olanıdır. Ayrıca Allahu Teala insana kainat yoluyla da seslenmektedir. Hayat aracılığıyla gerçekleşen iletişime gelince, ömür denilen zaman zarfında insanın karşılaştığı her olay (kaza ve kader) Yaratıcı’nın özel mesajı olarak algılanabileceği çeşitli İslam alimleri tarafından ifade edile gelmiştir. İnsan akletme misyonunu Allahu Teala ile girdiği bu iletişimde tamamlar.

Kaynak:

Haber 7

http://www.haber7.com/saglik/haber/185325-okumamak-psikolojiyi-bozuyor