Kur’an ve İnsan

yüksel kanar 2

YÜKSEL KANAR

Kur’an, Allah katından insanın kurtuluşu için ve onun hayatta karşılaşacağı tüm sorunları çözen apaçık bir kitap olarak indirilmiştir.Onda, gerçekliği olmayan, yaşanamayacak ve uygulanamayacak hiçbir şey yoktur.

Hz. Aişe’den (ra) rivayet edilen bir hadiste de açıkça ifade edildiği gibi, “Peygamber (sas) yürüyen, canlı bir Kur’an’dı”. Bu, Kur’an’ın Peygamber Efendimiz tarafından en mükemmel bir biçimde yaşandığını, bundan da öte “ümmet” adı verilen topluluk içinde yaşanabilirliğinin kesin olarak kanıtlandığını gösterir.

Kur’an’ın bize gösterdiği düşünce ve zihniyet dünyası, merkezinde Allah inancının bulunduğu, her şeyin tek olan bir yaratıcı etrafında şekillendiği bir dünyadır. Merkezde Allah’ın bulunduğu (theocentric) bu sistemde Allah fikri, yukarıdan aşağıya her şeye hâkim olur ve yine her şeye O’nunla ilişkisi çerçevesinde bir anlam ve değer verilir.

Kur’an’da geçen ve varoluşun anlaşılması için birer anahtar görevi yüklenen kelime veya kavramlar, en başta Allah ile, sonra da çeşitli anlam öbekleri içinde, kendi aralarında son derece güçlü bir bütün ve sağlam bir anlam örgüsü oluştururlar. Sözgelimi “mü’min” veya “müslim”, Allah’a inananların, “kâfir” ise O’nu inkâr edenlerin adıdır. “Cennet”, dünyada Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirenlerin ahiretteki yurdu, “cehennem” ise inanmayanların ceza görecekleriyerdir.

Kur’an’da beşer (Al-i İmran: 47, 79), abd (Bakara: 178, 221) ve insan (Nisa: 28) gibi adlarla anılan ve Allah’ın biricik muhatabı olarak görülen insan, yine Kur’an’ın ifadesiyle Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Sayılan bu üç kelime, insanın üç değişik anlamda ve bütün yönleriyle göz önünde bulundurulduğunun göstergesidir. Buna göre her şeyden önce insanın bir dış görünüşü (beşer kelimesinin kökü olan b-ş-r cild, deri anlamlarına da gelir) vardır. Sonra onun abd kelimesiyle ifade edilen, Allah’tan başka bir varlığa ibadet etmemesi gereken, ancak Allah’a yönelen bir doğası vardır. İnsan kalabilmesi için bu anlamda bir kul olması gerekir. Üçüncü olarak da ünsiyet gibi anlamlara kök teşkil eden ins veya insankelimeleriyle Allah’la insan arasındaki bir iç bağlantının varlığına dikkatlerimiz çekilmektedir.

Gayb, yani gözle görülmeyen manevi âlem ile şehadet, yani gözle görülen maddi âlem arasında bir geçit olarak yaratılan insan, en güzel anlatımını tasavvufta bulan şekliyle, Allah ile yaratılmışlar arasındailahi emrin nakledilmesi için bir aracıdır; Allah hakkında en güçlü delildir. Halife adı ona, Allah’ın zat isimlerini keşfedebilen, gerçeğe ulaşma gücünü kendinde bulunduran ve Allah’ın koyduğu sınırları koruyan bir özellikte yaratılmış olmasından dolayı verilmiştir.

Böylece o, yaratılışın gayesidir. İnsanın duyuları dünya ile yüzyüzedir,anlayışı ise gayba uzanır.Kuşkusuz böylesine üstün niteliklerle donatılmış insanın hangi insan olduğu sorulabilir. Bu insan Allah’ın hitabını anlayan, yaratılış amacına uygun davranan insandır; tasavvufi terimiyle kısaca “insan-ıkâmil”dir (yetkin insan). Bu mükemmel insan, zuhur mertebesinde, yani yaratılış sıralamasında varlıklar arasında en son aşamada olmasına rağmen, yetkinlikler konusunda, anlam ve değer bakımından her şeyden önce gelir. Muhyiddin ibnü’l-Arabî şöyle diyor: “… halifelik ancak insan-ı kamil için gerçekleşti. Allah, insan-ı kâmil’in dış suretini âlemin hakikatleriyle suretinden, batıni çehresini de kendi sureti üzere inşa kıldı”.

Öyleyse yetkin insan, değerli hazineler üzerine vurulan mühür gibidir ve o varolduğu sürece âlem, onun yaratılış gayesinin anlamı ve bu anlamın da Allah’ın ayetleri olduğu gerçeği daima korunmuş olacak, Allah’ın koyduğu sınırları (had) hiç kimse aşamayacaktır.

Kulluk ve Özgürlük

 

ÝSTANBUL FOTOÐRAFLARI (PHOTOS FROM ISTANBUL)

YÜKSEL KANAR

Müslüman, sürekli kulluk halindedir.

Bizim kulluğumuz belirli zamanlarla mukayyet ve belirli mekanlarda tezahür eden bir ayin değil, hayatımızı çepeçevre kuşatan bir yaşam biçimidir.

Biz, kul olarak varolduğumuzu hissederiz. O kulluk ortadan kalktığında, bizim varolma şartımız da ortadan kalkmıştır. Yüce Allah: “Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zariyat: 56) buyuruyor.

Evet! Kulluk yaratılışımızın gayesidir. Benlik taslamak, gurura tapmak; ya da tam tersine, benlik sahibi olanlara, gururuna tapanlara kulluk yapmak değildir.

Allah’a kulluğun sırrı da burada zaten. O’na kulluk, bizi, başka diğer bütün kulluklardan kurtaran sağlam iptir. O ipe, özellikle de toplu olarak sarıldığımızda, bizi kimse başka kulluklara kandıramaz.

Şu halde insanın özgürlüğü, bir paradoks gibi görünse de, bir kullukta somutlaşıyor. Tek bir kulluk, tek bir bağlanma, bizi diğer bütün bağlardan ve tutsaklıklardan kurtarıyor, koruyor.

İçinde bulunduğumuz Ramazan ayı, sözünü ettiğimiz kulluğun en güzel yaşandığı zaman dilimidir. Müslümanın günlük ve haftalık olarak kulluğa göre düzenlenmiş hayatının yılda bir ay boyunca yeniden gözden geçirilmesidir. Bir yıl boyunca, eğer yıpranmış, anlamından sapmış, buruşmuş veya pörsümüş yanları varsa, bunların onarılması, gelecek Ramazana kadar, bir yıl boyunca gerekli donanımın yapılması için yenilenmesi, kısacası bir bilinç tazelenmesi dönemidir.

İnanmış kişi onun için bu ayda daha dikkatlidir. Kendisini bekleyen hayata karşı, ibadet bilincinden uzak kimselerce biçimlendirmiş dünyaya karşı savunacak bir güçle donanmak için çalışır.

Namazlarında daha dikkatlidir. Aslında yenilip içilmesi veya yapılması haram olmayan şeyleri bile, sırf Yaratıcımızın istemesiyle yemeyen, içmeyen ve yapmayan bir ruh disiplini kazanacaktır. Bunu kazanan bir kimsenin, kendisine yasak olan şeyleri ise hiç yemeyeceği, içmeyeceği ve yapmayacağı aşikârdır.

Kulluk sadece Allah’adır. Namaz şartını yerine getiren bir insan, günde beş kez kıldığı namazın her rekatında “yalnız sana kulluk eder, ancak senden yardım dileriz” kutlu sözünü tekrarlar. Bu bize, bizzat Rabbimizin diliyle öğretilmiş bir kulluk yeminidir. Başka kişilere veya nesnelere, çıkarlara değil, yalnızca Allah’a yapılan kulluktur insanın görevi. Bir günde en azından kırk kez bu yemini eder Müslüman.

Her zaman, her çeşitten öyle kulluklar vardır ki insanı yaradılışının dışına taşıran… Günümüzde de bunların nice çeşidini görüyoruz.

Ramazan’da da devam eden, daha çok da Müslümanların uğradığı nice zulümleri yapanlar, kendisini asıl kulluğun dışında gören anlayıştaki insanlardır kuşkusuz. Hatta bu zulümleri yapanlar içinde, müslümanlık iddiası taşıyanların bile olması ne kadar düşündürücüdür.

Ancak her zulmün topla, tüfekle, kan dökerek yapıldığını sanmak yanlış. Yapılan her haksızlık zulümdür. Kırılan bir gönül, yapılan büyük bir zulümdür.

İyilikler, güzellikler sadece dilde kalmamalı, uygulamaya da dökülmelidir. Ramazanda kalb gözümüzün de daha açıldığını, gönüllerimizin her türlü güzelliklere daha yatkın hale geldiğini görüyoruz. Ramazanın manevi havasında akıllarımızın da Kur’an gerçeklerini daha rahat kavrayacak bir kıvama eriştiği, kendini onlara daha fazla açtığı, yaşadığımız bir gerçektir.

Bu ayda kazandıklarımızı kaybetmeyelim. Bu ayın kazandırdıklarına bigâne de kalmayalım.

Onu bütün güzellik ve incelikleriyle yaşayanlara ne mutlu.

 

Oruç ve Zaman

YÜKSEL KANAR

Bir oruç ayını daha yaşıyoruz. Bütün mevsimleri dolaşan Ramazan, bu yıl yazın sıcak ve en uzun günlerinde konuğumuz oldu; daha doğrusu bizi konuk etti kendisine.

Oruçla ilgili en anlamlı ve en sıcak yazıları kimin yazdığı sorulsa, kuşkusuz verilecek en isabetli cevap Sezai Karakoç olacaktır. Üstad bize hayatın içinden, canlı ve hareketli oruç tasvirleri sunar. 1967 yılından beri yazdığı oruç yazılarını 2004 yılında Samanyolunda Ziyafet adlı bir kitapta topladı. 40 yılı aşkın bir süre önce yazılanlar da dahil olmak üzere, her yazı sanki bugün yazılmış gibi etkili ve aydınlık.

Doğrusu kitabı oluşturan yazıların hepsi de ayrı ayrı ufuk açıcı, entelektüel soruları tatmin edici, her düzeydeki insanın ilgi alanını hitap eden bir kuşatıcılığa sahip. Bu yazıda belli bir oranda üzerinde duracağımız oruç-zaman ilişkisi de bu özellikte.

Orucun en belirgin özelliklerinden biridir müslümanı zamanın ayırdına vardırması. Zaman oruçla en etkili bir biçimde yaşanır, hissedilir ve onunla hep başladığı yere döner. Her yıl kıştan sonra ilkbahar ve yazın gelmesi gibi. Bıkmadan, usanmadan yapılan bir tekrar bu. Biz de her kış, yazın yeniden gelmesini isteriz. Tekrarlanan kışlar olmasa, dünyanın gençleşme enerjisi de olmazdı şüphesiz. Bir bakıma hayatımız bu döngü içinde geçer; bu döngü hayatımızın anlamı, itici gücü haline gelir. Bu tekrar, bize sürekli yeni atılımlar fırsatı verir aslında.

Hayat, yeni başlangıçları ne kadar çok seviyor. Yeni başlangıçlar gençliğin, dinçliğin göstergesi. Maddi dinçlik yanında manevi dinçlik de öyle. Çünkü hayat bütün yönleriyle bir bütün. Bu başlangıçlar bıkkınlık doğurmuyor bizde, aksine heyecanla, yaşama arzusuyla dolduruyor içimizi. Her başlangıç bizi daha da geliştiriyor; onunla serpilip büyüyor her canlı.

Oruç da her yıl, “bir kuşluk gibi, ağaçların arasından, kuş seslerinin marul içi tazeliğindeki bebeksi sevinçlerinin içinden GÜNEŞ NEŞESİ’nin yürüyerek insanları kuşatışı gibi” (Sezai Karakoç, Samanyolunda Ziyafet, s. 9) çıkıp geliveriyor dünyamıza. Bu, ne sadece bir fizik, ne de sadece metafizik bir aydınlanmadır: maddeyi ve manayı aydınlatan bir doğuştur bu. “İnsanın katıldığı, her yıl bir ay katıldığı bir ruh şölenidir. Üstün insanların davetlisi olduğu bir tabiatüstü ziyafet, bir gök sofrasıdır” (s. 10).

İlk gün, ayın incecik hilâl biçiminden giderek büyümesi, dolunaya dönüşmesi, karanlıkları yırtıp ondan aydınlıklar çıkarması gibi, Ramazan da mü’mini aydınlatıyor, olgunlaştırıyor, donatıyor… Zaman dışımızda böyle akıp giderken içimizdeki ay da büyüyor. Aydınlanıyor ve temizleniyoruz.

Sezai Karakoç, “Orucun dört mevsimi ve 24 saati vardır” derken, onun zamanın ta kendisi olduğunu ve zamanın da onunla anlam kazandığını belirtiyor: “Gerçek zaman oruçladır”.

Ramazan, bahara gelir; açlıkla eşyanın ruhuna ve ötesine, varlığının ötesine, varlığının sebebine çevrilmiş olan insan, leylâk kokuları, portakal çiçeklerinin buğusu ve gül, lâle, ağaç ve yabani bitki çiçeklerinin rengiyle mest, bir nevi mutlakın şiiri, bir gerçeklik lirizmi içinde yaşar. İlkbaharda renk, su sesi, kuş uçuşu ve gül kokusuyla tabiat, içine girdiği değişimde oruçlunun içini saf duygularla, zengin figürlerle donatır. Oruçlunun, topraktan kopmasına engel olur… Bahar, oruçlu için, menekşeden vişneye kadar mor rengi, bayıltıcı kokusu ve mayhoş tadıyla, toprakla gök arasında, yeni bir sentez gibidir.

Ramazan, yaza gelirse, sıcaklık ve susuzluk, sonbaharda tabiatın geçici ölümü, kışın kar ve soğuğun tabiat ve eşyayı tek tesirli bir idrake indirişi, insanda oruca şöyle ve böyle bir fark ilave eder; böylece, yaşını başını almış bir müslümanda, geçmiş her yılın ramazanı, birbirine karıştırılmayacak şekilde farklıdır. Her ramazanın ayrı bir rengi, ayrı bir kokusu, ayrı bir biçimi vardır. Her biri kökte ve temelde ayni olsa da, her yılın ramazanı, mevsimlerin boyasına batıp çıka, hafızada ayrı bir fenomen değeriyle yaşar. (Samanyolunda Ziyafet, s. 15–16)

Bu geniş plandan daha yakına, bir oruç gününün 24 saatine gelirsek “zamanın, içimizde, kalb çarpması gibi yürüdüğünü” görürüz. Oruç günü öbür günler gibi başlayan sabah, gittikçe değişir ve farklılaşır. İnsanlar, sırtlarında benek benek öteki dünya çizgileriyle günlük işlerinin içine dalarlar: “İnsanlar, insanlar.. Her işinizde, sizinle insanların elleri arasına, daima bir çiçek girer; o, ramazandır”.

İnsan işinden evine döndüğünde, ruhun saf yaşayışına hazır bir dekor içinde bulur kendini:

İkindiden güneşin battığı âna kadar, sûreler, âyetler halinde, ilâhî kelimeler, evi alır, yıkar, yeni bir dekorla donatır ve insanın içini, bir feza yolculuğuna hazırlıyormuş gibi, ilâhî bir yakıtla doldurur. Kur’an sesi, yavaş yavaş evin odalarında güneşin pencereden giren eğik ışıklarından âhiretin ve cennet saraylarının bir maketini gözler önüne serer. Ölenler, ölen büyükanneler, büyükbabalar, atalar, hepsi hazırdır orda…

Sonra güneş batar ve bir top patlar. Evin bütün görünüşü ve havası değişmiştir. Aile, ebedî bir tablo gibi sofranın başındadır. Sofrada dünya nimetleri, her günkü nimetler değildir sanki. Sanki, onlara ebedîlik mayası karışmıştır. Sofra, sanki bir “maide sofrası”dır. Gökten inmiş bir sofra…

Yatsı namazı ve teravih. Gündüz, oruçlu, ramazanı tek olarak yaşamıştır. Ama şimdi, İslam topluluğuyla birlikte bir bütün olarak yaşıyor. Müslümandan müslümana atlayan, birini öbürüne bağlayan, birbirlerini birbirlerinde bulduran, birinde hepsini yaşatan bir “Ramazan ruhu”dur artık hükmeden insanlara.

Gece gelir arkasından. Müslüman, Ramazanı uykusunda da yaşar. Rüya, Ramazanın uykuya serptiği ruh huzurunun levhalarıyla donanır yer yer.

Derken bir davul sesi, bir top güllesi, hatta topun sesinden önce şimşeksi ışığı koparır sizi uykunuzdan; bu da olmadı mı, şefkatli bir anne sesi, bir şiirin tekrar eden motifi gibi, hayallerinizin arasından dolaşa dolaşa, şuurunuzun en kritik noktasını bulmak için yol açar kendi kendine.

Ve, yeni kesilmiş bir karpuzun rengi kadar canlı siz sahur yemekleri!

Ve sonra ağaran gök. Ürperen, Mutlakın birliğini, peygamberin peygamberliğini ve insanın ulvî vazifesini ilân eden Sabah Ezanı. Ve şafak. Yekpare bir gümüş levhası gök. Ve bir dağın ucundan alnını gösteren güneş ve şehre umut taşıyan genç ışıklar ve ışıkların zaferi… (Samanyolunda Ziyafet, s. 16–17)

Demek ki hayatın kendisi içinde bir yürüyüş, bir yolculuktur Oruç. Zaman algımızı genişleten, zamanı en kısa parçalarını bile anlamlandırarak yaşatan, onu en iyiye ulaştıran bir yolculuk. “Hayvandan meleğe doğru yolculuk; içteki karanlıkların eriyişi, yerini metafizik ışıkların alması” (s. 9).

Zaman bir kez daha başladığı yere döndü oruçla. Bu, kör bir tekrar değil, yenilenmek için sunulan bir fırsat sıklığıdır bize. Aldatıcı bir alışkanlıklar mekaniği değil, bilinçlenme azim ve iradesidir. İslâm’ın bizzat kendisi bir yenilenmedir zaten. Bozulan, keyfe göre değiştirilen, örselenen eski dinlerin yeniden bütünlenmesi, tamamlanması. Yolun onunla düzeltilmesi, genişletilmesi ve sağlamlaştırılmasıdır. Patikaların, uçurumların, tehlikelerin “sırat-ı müstakim”e, dosdoğru yola çevrilmesidir.

Oruç, İslâm’ı nasıl da özetliyor. Zaman nasıl da orucu, oruç nasıl da zamanı içine alıyor. Oruç zamanla, zaman oruçla nasıl da bütünleniyor.

Zaman, başladığı yere oruçla dönüyor hep. Mü’minin dünyası oruçla tamamlanıyor ve olgunlaşıyor. Oruç insanı yeniliyor, alışkanlıkların, kör tekrarın içinde yitip gitmesini engelliyor. İnsanı diriltip geliştiriyor.