Kaynıyor Kum Gibi Akvam-ı Beşer

YÜREKLİ 2

Şair Mustafa Yürekli, Eyup Sultan Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Platformu’nda “Kaynıyor Kum Gibi Akvam-ı Beşer” başlıklı bir konuşma yaptı. “Uluslalarası İlişkeler Bilimi’nin Eleştirisi” başlıklı nehir konferansların ilkinde, Mustafa Yürekli, kapsam ve içeriğe dair tespitlerde bulundu.

Mustafa Yürekli, “Kaynıyor Kum Gibi Akvam-ı Beşer” adını verdiği konuşmasına, Çanakkale’deki “akvam-ı beşer”in İngilizlerin altı kıtadan topladığı ve içinde Müslümanların da olduğu devşirme ordu olduğunu hatırlattı, “Bugün de Suriye’de İslam milletini yok etme amacıyla akvam-ı beşerin kum gibi kaynadığını, emperyalizmin küresel devşirme ordusuyla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Türkiyeli Müslümanlar, İngiliz ordusundaki Hintli ve Afrikalı Müslümanların durumuna düşmemeli, emperyalist dünya güçlerinin elinin altına koşmamalıyız..” dedi.

Mustafa Yürekli, konuşmasına, kadim dünyadaki devlet ile modern zamanlardaki ulus devletin aynı olmadığını, ilkinin vahye, ikincisinin de akla dayandığını anlatarak başladı. Dolayısıyla Batı merkezli uluslararası ilişkiler bilimi, 1648 yılındaki Avrupa devletleri arasında yapılan Westphalia (Vastfalya) Barışı’nı modern ve ulus devlet temelli uluslararası ilişkilerin başlangıcı kabul edildiğini ve “uluslararası sistem” ya da “dünya sistemi” içindeki aktörlerin, özellikle de uluslararası ilişkilerin temel aktörü olarak kabul edilen emperyalist Avrupa devletlerinin, diğer devletlerle, uluslararası/bölgesel/hükumetler arası örgütler, çok uluslu şirketler, uluslararası normlar ve uluslararası toplumla olan ilişkilerini inceleyen disiplinlerarası bir disiplin olduğunu anlattı. Disiplinler arası bir disiplin olması nedeniyle siyaset bilimiiktisat (uluslararası iktisat, uluslararası politik ekonomi), tarih (siyasi tarih), hukuk (anayasa hukuku, yönetim hukuku ve özellikleuluslararası hukuk), felsefe (siyaset felsefesi ve etik), sosyoloji, psikoloji, coğrafya, antropoloji, sosyal çalışmakriminolojitoplumsal cinsiyet çalışmaları ve kültürel çalışmalar gibi pek çok farklı disiplinden faydalandığını, Avrupa’da kadim ilimlerin uluslarası ilişkiler bilimin emrine verildiğini ve Avrupa’da ihtiyaca binaen sonradan başka sosyal bilimlerin de kurulduğunu örneklerle izah etti.

Uluslararası İlişkiler Bilimi’nin çalışma alanı oldukça geniş olduğunu; kadar pek çok konuyu uluslararası düzeyde incelediğini anlatan Mustafa Yürekli, “Uluslararası İlişkiler Bilimi, ulus devletler piramidi olarak algılanan dünya sisteminde tepedeki devletlerin, orta ve alt kademedeki devletlere dayattığı oryantasyon eğitimidir.” dedi..

Şair Mustafa Yürekli, Eyup Sultan Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Platformu’ndaki “Uluslalarası İlişkeler Bilimi’nin Eleştirisi” başlıklı nehir konferanslarına “Aktörler ve Kuramlar” konuşmasıyla devam edeceğini söyledi.

 

İslam’da Kamu Hukuku ve Devlet İktisadı

 

YETKİN

YETKİN İLKER JANDAR

İslam düşüncesinde mebde ve mead kavramları vardır. Başlangıç ve son olarak tarif edebiliriz bu kavramları. Hatta son anlamındaki meadın, geri dönmek ve yeniden başlamak gibi, mebdeye dairesel olarak bağlanan bir mana genişliği de söz konusudur. Ölüm ile karşılaşınca zikredilen  “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” yani “Allah’tan geldik, yine ona döneceğiz”  ayet-i kerimesi de, mebde ve mead birliğine işaret eder. Biz insanlar, nefs-i vahideden yaratılmış beşeriyet olarak, başlangıcı ve sonu “Bir” olan aynı yolda yürüyoruz.

İnsanlar gibi milletlerin ve milletleri oluşturan kavimlerin de bir mebdei, hüviyet ve mahiyetleri ile tarihsel alanda şahsiyet kazandıkları bir başlangıçları vardır. Milletimizin birliği, toplumlarımızın ve halklarımızın mebdeinin birliği anlamına gelir. İslam Milleti’ni oluşturan kavimler, kendilerini tarihin içinden bugüne taşıyan ve var kılan karakteristik özelliklerini, İslam ile aydınlandıktan sonra kazanmışlardır. İslam Medeniyeti dairesini oluşturan bütün kavimler, bu medeniyetin oluşum ve gelişim süreci boyunca onun rengi ile boyanmışlar, belli bir oranda kendi renklerini de bu müşterek renge katmışlar, böylelikle hikmetin ve rahmetin gereği olarak, İslam Birliği tablosuna aynı rengin farklı tonlarını taşımış ve yansıtmışlardır. Mahatma Gandhi’nin, Hindistan’ın bölünmesi aşamasında söylediği; “Hindistan bir şark halısıdır, iç içe geçmiş renkleri ve desenlerinin birbirinden ayrılması mümkün değildir” sözü, İslam coğrafyası için de geçerlidir. İslam Birliği tablosunun makul ve estetik bir şekilde parçalara ayrılması mümkün değildir. Bir şark halısı parçalandığında nasıl bütün parçalarındaki renk ve desen ahengi aynı oranda kayboluyorsa, İslam Birliği parçalandığında, İslam Milleti’ni oluşturan bütün kavimler de aynı oranda kendi renk ve desenleri olan hüviyet ve mahiyetlerini kaybetmişler, büyük bir şahsiyet yani kimlik bunalımına girmişlerdir.

Mebde İle Mead Arasındaki Yol

Şahidi olduğumuz bu hakikat bize gösteriyor ki, mebdei ve meadı bir olan toplumlarımızın, tariki yani yolu da birdir. Aynı noktadan başlayıp yüzlerce yıl birlikte yürüdüğümüz bu yolun sonuna da birlikte ulaşmış durumdayız. Öyleyse meadın diğer anlamıyla harekete geçmek ve geçmiş çağlarımızın tecrübe ve birikimiyle her şeye yeniden başlamak imkanına sahibiz.

Bunu başarabilmek için, geçmiş ve gelecek arasında sıkışmış olan idrakimizi bir derece daha yükseltmek ve milletimizin kaderine geçmişi, bugünü ve geleceği kapsayan bir ân-ı dâimin penceresinden bakmak mecburiyetindeyiz. Ân-ı daim penceresinin bize açık olan tek kanadı, içinde bulunduğumuz ân yani şimdiki zamandır. Seyyid Şerif Cürcani, “Hâl, mazinin sonu, istikbalin başlangıcıdır” der Tarifat’ında. Geçmişi değerlendirmek ve istikbale hazırlanmak için sahip olduğumuz imkan, tüm zamanların arafı ve berzahı olan şimdiki zamanda saklıdır. İstikbal, geçmişteki ve bugündeki ahvalimize bağlıdır. İstikbali hazırlamak isteyen, geçmişi iyi öğrenmeli ve bugünkü haline bakmalıdır.

Milli Hukuk Tarihimiz

Milli hukukumuzun iki temel ideali vardır ki, milletimiz tarih boyunca hep bu idealleri aramış, bu ideallere yönelmiş, bu idealleri gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu ideallerden birincisi adalettir. Muhyiddin İbn Arabi, Miladi 13. yüzyılın tefekkür abidelerinden olan Fütuhat-ı Mekkiyye’de şöyle diyor; “Tebaasının hallerini gözetmeyen, onlarda adaleti uygulamayan, kendilerine yaraşan iyilikle onlara davranmayan her sultan, gerçekte kendisini azletmiştir.” O asrın göz kamaştırıcı sayısız eserden oluşan ilmi telifatı tümü ile yok kabul edilse bile, sadece bu cümle yeni bir çağa kapı açacak kudrettedir. Nitekim açmıştır da. Bu yeni çağda adalet ideasının içtimai hayatta tecessümü için, kamu görevlerinde liyakata önem verilmesi, yani emanetin ehline verilmesi temel ilke olarak kabul edilmiştir. İbn Arabi’nin takipçilerinden ve Hanefi fakihlerinden olan Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, Cami’ul Fusuleyn (Yargılama Usulüne Dair) adlı eserinin mukaddimesinde şu satırlara yer veriyor; Sultanın, bu görev (hakimlik) için en uygun olan kişiyi seçmesi gerekir. Çünkü Hz. Peygamber, “Tebaası içinde daha uygunu (liyakatlisi) varken başka birini bir göreve getiren kişi, hem Allah’a, hem Allah’ın resulüne hem de Müslümanlara hıyanet etmiş olur.” buyurmaktadır… Vali atamalarında da durum böyledir.” Adaletin sağlanması için, devletin yüklendiği bir emanet durumunda olan kamu görevlerinin, ehline yani liyakat sahiplerine verilmesi ilk şarttır. Bu şartı izleyen ikinci şart ise, hakimin ya da valinin tatbik ve riayet edeceği hukukun doğru tayin edilmesidir.

Bu bağlamı hatırımızdan çıkarmadan, Osmanlı Devri’nin son kuşağına kulak verelim. Elmalılı Hamdi Yazır, milli hukukumuzun ikinci büyük idealini şöyle ifade ediyor; “”Lisan-ı İslam’da hürriyet, hukukuna malik olmak diye tarif olunur. Bunun zıddı, hukukuna başkasının malik olmasıdır ki, bu da esarettir.” İslam’da, insana ve topluma yüklenen emanetin yani  arzdaki hilafetin tahakkuk şartı iradedir. İrade, ancak hürriyet ile birlikte var olur. Hürriyetin olmadığı yerde ne iradeden, ne hilafetten, ne emanetten, ne de hukuktan bahsedebiliriz. Bu sebeple İslam Milleti’nin var olma davası, Hicret’ten günümüze hep kendi hukukuna malik olmak, yani hürriyet olmuştur. Müslümanlar için bunun tek yolu devlet kurmak ve devlet olmaktır. Bu yol bizzat Hz. Peygamberin yolu ve metodudur.

Adil Vergi Sistemi

Medine’de İslam Devleti’nin kuruluşundan itibaren İslam Hukuku, sağlam ve net ilkelere dayalı bir vergi sistemi geliştirmiştir. Vergilendirmede adalet ve denetim esastır. Vergilendirmede adalet, eşitlik ve dengeye dayanır. Halkı ezecek, fakirleştirecek, yaşayamaz hale getirecek ağır vergiler söz konusu değildir.

Emanet ilkesinin bir yansıması olarak vergi ödememe ya da vergi kaçırma teşebbüslerine müsamaha gösterilmez. Hz. Ebu Bekir, sakin ve merhametli mizacına rağmen, halifeliği döneminde en şiddetli tutumu,  zekat vermeyi reddeden kabilelere karşı göstermiş ve sahabeden bir kısmının muhalefetine rağmen bu kabilelerin üzerine asker göndermiştir.

İslam Hukuku’nun tatbikatında, mükemmelen işleyen bir vergi kayıt sistemi oluşturulmuştur. Günümüzde çok daha ileri teknik şartlara rağmen kayıt dışı ekonominin önüne geçilememesi,  devletin bu konuda ciddi ve adil bir yaklaşım geliştirememesinin sonucudur. Vergisini düzgün ödeyenin cezalandırıldığı, ödemeyenin sık sık çıkan aflarla ödüllendirildiği, aşırı ve insafsız vergi oranlarıyla vatandaşın vergi kaçırmaya teşvik edildiği, bir çok alanda ve bazı bölgelerde kayıt dışı ekonomiye ve vergi kaçırılmasına devlet politikası olarak izin verildiği bir dönemde yaşıyoruz. Güncel vergi hukukumuzun, en azından güçlü kayıt sistemi ve mutedil vergi oranları açısından, İslam Hukuku tatbikatı ışığında yeniden değerlendirilmesi şarttır.

Kamu Görevlilerinin Seçimi ve Vasıfları

Emanetin ehline verilmesi, Kur’ani ve nebevi bir ilkedir. Kamu görevleri açısından ehliyet; adalet, ahlak, vazife bilinci ve liyakat gerektirir. İdarecilerin, bu ilke ve vasıfları göz ardı edip, kamu görevlerine eş, dost, akraba, hem şehri ya da taraftarlarını doldurmaları, İslam Hukuku’nun adalet ve emanet ilkeleri ile asla bağdaşmayacak bir suiistimaldir.

İmam Mevsili’nin Hanefi Fıkhı’na dair El İhtiyar adlı eserinde, “Edeb’ül Kadâ” (Hükmedenin Edebi) adlı bir bölüm vardır. Bu bölümde hakim olarak atanacak kişinin, bu vazifeye liyakati açısından nasıl değerlendirileceği anlatılmaktadır. Ancak burada zikredilen temel ilkeler, tüm kamu görevleri için de geçerlidir.

İmam Mevsili’ye göre, hakimlik vazifesini yüklenmek, eğer o iş için kişinin kendisinden daha salih ve ehliyetli kimse yok ise, o kişiye vacip olur. Çünkü o, bu vazifeyi yüklenmezse, hükm-ü ilahi zayi olacaktır. Vazifeyi yüklenmesi ise, emr-i maruf ve nehy-i ani’l münker olur. Böylece mazlumları zalimlerden kurtarır. Bu ise farz-ı kifayedir.

Kanaatimizce bu ilke, önce Hz. Hüseyin ve ondan sonra da Abdullah İbn Zübeyr için hilafet sancağını çekmeyi vacip kılan ilkedir. Tarihsel olarak o devre baktığımızda, her ikisi için de, vazifeden kaçmak mümkün olmamıştır.

Yine İmam Mevsili’ye göre eğer o vazifeyi yüklenmeye ehil başka kimseler de mevcut ise, onların içlerinde, ilimde rusuhiyet, salahat ve kuvvette mertebece en ileride olan kimse için vazifeyi yüklenmek müstehaptır. Ehil kişiler, birbirlerine denk ise, vazifeyi kabul edip etmemekte muhayyerdirler.

Hakimlik teklif edilen kişi için, eğer o vazifeyi üstlenmekte kendisinden daha ehliyetli biri var ise, bu vazifeyi yüklenmek mekruh olur. Hakimlik teklif edilen kişi, kimsenin bilmediği batıni zaafları olan ve bu zaaflar karşısında nefsinin acizliğini bilen bir kişiyse, o vazifeyi yüklenmek kendisi için haramdır.

Hz. Ömer’in; valilik için atayacağı bir kişinin çocukları sevmediğini, hatta kendi çocuklarını bile kucağına almadığını öğrendiği vakit, onu vali olarak atamaktan vaz geçtiğini biliyoruz. Demek ki kamu görevlilerinde aranan bir meziyet de, halka karşı sevgi ve merhamet sahibi olmaktır.

Cebri Kamulaştırmaya Bakış

İslam Hukuku’nda kul hakkı adı ile tanımlanan ve insana ait her türlü maddi ve manevi hakkı kapsayan meşru ve tabii hak, sistemin merkezinde yer alır. Bu hakkın sosyal hayattaki temel görünümlerinden birisi de mülkiyet hakkıdır. İslam Hukuku, şahsa ait mülkiyet hakkının korunmasına büyük önem verir. Nitekim bu bağlam sebebiyle, Hz. Ömer’in “Adalet Mülkün Temelidir” sözü, adalet devletin temelidir anlamında söylenmekle beraber, aynı zamanda adalet şahsi hakların esaslarından olan mülkiyet hakkının da temelidir şeklinde anlaşılmış ve her iki anlamı birden muhtevi olarak mahkemelerimizin duvarlarına yazılmıştır.

Bu anlayışın neticesi olarak, İslam Hukuku’nda cebri kamulaştırma anlayışına sıcak bakılmamış ve bu yola başvurulmaması konusunda büyük bir gayret sarf edilmiştir. Daha Hz. Ömer devrinden başlamak üzere bu konuda sayısız menkıbe günümüze ulaşmıştır. İslam Kamu Hukuku’nun en önemli ve merkezi kamu binaları olan cami külliyelerinin inşa süreçlerinde, cebri kamulaştırma yapılmamasına ve maliyeti ne olursa olsun, mal sahiplerinin rızasının kazanılmasına dikkat edilmiştir.

İbn Arabi’nin Fütuhat’ında bizzat naklettiğine göre, bir gün namaz kıldığı bir caminin içindeki bir köşesinde, manevi bir müşahade ile, Hz. Peygamberi vefat etmiş halde görmüş ve o köşede namaz kılmaktan imtina etmiştir. Daha sonra bu müşahedesinin sebebini araştırdığı zaman, caminin o köşesindeki arsanın, sahibinin rızası alınmadan kamulaştırıldığını öğrenmiştir. İbn Arabi’nin bu müşahedesi, devletin cami yapımı için bile olsa kul hakkına tecavüzüne, o dönemde ne kadar kötü bir gözle bakıldığını göstermektedir. Edirne’deki Selimiye Camii’nin yapılışı esnasında, arsa sahiplerinden birinin uzun süre ikna edilememesinin ve zar zor gönlünün yapılmasının hatırası, camideki meşhur ters lale motifi ile yaşatılmaktadır.

Günümüzde cebri kamulaştırma yöntemi ve kamulaştırma bedellerinin tayininde yaşanan adaletsizlikler büyük bir sorun teşkil etmektedir. Çözüm olarak, İslam Hukuku’nun  bu konudaki yaklaşımı esas alınmalı,  kamulaştırmalarda cebri usul terk edilerek, mutlaka mal sahibinin rızası alınmalı, mal sahibinin hem maddi hem manevi  talepleri eksiksiz karşılanmalıdır.

Yine günümüzde yaşanan çok büyük bir adaletsizlik, imar planlarının ve büyük kamulaştırma projelerinin uzun süre boyunca halktan saklanması, bu süre zarfında plan ve projelerden haberdar olan küçük bir bürokrat-iş adamı-siyasetçi azınlığın, ilgili bölgelerde düşük rayiçten arsa ve tarlaları satın alıp toplayarak, plan ve projeler fiiliyata geçirilirken büyük ve fahiş kar elde etmeleridir. Şüphesiz bu şekilde hareket edenlerin elde ettikleri gelir, hileli bir alışverişe dayanmaktadır. Çünkü arsa sahibi, kendi arsasını kapsayan plan ve projelerden haberdar olsa, arsasını ya hiç satmayacak, ya da o fiyata satmayacaktır. Bu haksızlık açık şekilde kul hakkının ihlalidir.  Çözüm yolu, plan ve projelerin ilk aşamadan itibaren kamuya ilan edilmesidir.

Yasalar Karşısında Kamu İdaresinin ve Görevlilerinin Sorumluluğu

İslam Hukuku’nda kamu idaresinin Hakk’a ve halka karşı büyük sorumluluğu bulunmaktadır. Bu sorumluluk günümüz hukukunun tabiri ile objektif bir sorumluluktur. Yani idarenin halk karşısındaki sorumluluğu, sadece kendi kast ve taksirini kapsamaz. İdarenin, halkın haklarının ihlali ve zararı karşısında, kastı hatta taksiri olmasa bile mutlak bir mekan sorumluluğu ve yine mutlak bir makam sorumluluğu söz konusudur. Hz. Ömer’in “Fırat’ın kıyısında bir kuzuyu kurt kapsa, onun hesabı benden sorulur” sözü, kendi şahsi hassasiyetinin ötesinde İslam Hukuku’nda idarenin mutlak ve objektif sorumluluğunu ifade eder. Hz. Ömer bu sözü söylediğinde, hilafet merkezi Medine şehrinde idi, fiilen Fırat kıyısına ulaşması ya da kurdun kuzuyu kapmasını engellemesi mümkün değildi.  Ancak bu sözden anlıyoruz ki, devletin hakim olduğu her karış vatan toprağında, işlenen en ufak bir haksızlıktan, halkın göreceği en ufak bir zarardan ile,  kamu idaresinin sorumluluğu bulunmaktadır.İslam Devleti idaresinin sahip olduğu kader inancı, idarenin halka karşı vazifelerini ve sorumluluklarını örtmek için kullanılmamıştır. Hz. Ömer’in Şam’da veba hastalığının ortaya çıktığını duyunca yanındakilerle birlikte Şam’a gitmekten vaz geçmesi, bunun üzerine Hz. Ebu Ubeyde’nin sorduğu “Allah’ın kaderinden mi kaçıyoruz?” sualine; “Evet, Allah’ın bir kaderinden yine bir başka kaderine kaçıyoruz” cevabını vermesi, Müslüman idarecilerin İslam’ın ilk dönemlerinde asla kader sırrının arkasına saklanmadıklarını ve vazifelerinin gerektirdiği sorumlulukla gereken önlemleri aldıklarını göstermektedir.Hz. Ömer, kamu görevlilerinin denetimine büyük önem vermiş, tebdil-i kıyafet gezme yöntemini geliştirerek, geleceğinden habersiz olan valilere ani baskınlar yapmış, usulsüzlüklerine rastladığı valileri cezalandırmış ya da azletmiştir. Sasani İmparatorluğu mağlup edilerek yıkıldıktan ve İran fethedildikten sonra, İran Valisi olan Hz. Sad. b. Ebi Vakkas’ın, Sasanilerin geleneğini sürdürerek kendisine kapısı olan bir makam odası tahsis etmesi üzerine Hz. Ömer çok hiddetlenmiş, bizzat giderek bu kapıyı yıktırmıştır. Hz. Ömer, vilayet kapısının halka kapalı olmasına ve valinin bazı şahıslarla halktan gizli görüşmeler yapmasına, adalete yönelik suistimallere sebep olacağı düşüncesiyle karşı çıkmıştır.  İslam Hukuku’nun bu konuda gösterdiği hassasiyeti ifade eden sayısız hadise, hadis külliyatlarında ve Hayat’üs Sahabe’de nakledilmiş ve günümüze ulaşmıştır. Günümüzün en büyük hukuk sorunlarının başında, devletin ve yargı sisteminin suç işleyen kamu görevlilerini koruma refleksi gelmektedir. Devlet teşkilatları kendi mensuplarının hukuku ihlal ettiği hadiselerde, bir nevi dayanışma duygusu ile hareket edebilmekte ve adil bir yargılamayı engelleyebilmektedir. Mahkemeler, bir kamu görevlisi mahkum edildiğinde devletin manevi şahsiyetinin ve maddi kudretinin zarar göreceği vehmine kapılabilmektedir. Halbuki bir devleti asıl zafiyete uğratacak olan husus, halk nezdinde kendi hukukuna uymayan bir devlet imajının oluşturulmasıdır. Bu imaj halkın adalete olan güven ve inancının sarsılması anlamına gelir. Bu da devletin varlık amacından uzaklaştığının göstergesidir. En yakın devlet tecrübelerimizden biri olan Osmanlı hukuk geleneğinde, kamu görevlilerinin hata ve usulsüzlüklerinin şiddetle cezalandırılması, bir kamu görevlisinin görev ve yetkileri arttıkça, başı üzerinde sallanan adalet kılıcının yakın takibini çok daha kuvvetlice hissetmesi, halkın adalete olan inancını arttırmış, bu da devletin ömrünü uzatmıştır. Günümüzde halkın hukuk sistemine olan güveni, ancak o hukuk sistemine bizzat kamu görevlilerinin harfiyen riayet ettiğini ve suç işleyen kamu görevlilerine asla ayrıcalık yapılmayarak, adalet önünde hesap vermelerinin sağlandığını görmekle kazanılabilecektir. Siyasi İktidarın Denetimi Meselesi Hz. Ebu Bekir’in halife seçildikten sonra söylediği şu sözler önemlidir; “İçinizde en hayırlınız olmadığım halde halife seçildim. Bundan böyle, içinizdeki en zayıfınız, haklı olduğu sürece benim yanımda en güçlünüzdür. İçinizdeki en güçlünüz de, haksız olduğu müddetçe benim yanımda en zayıfınızdır. Ben Allah’a ve Resulüne itaat ettiğim sürece, siz de bana itaat edin. Allah’a ve Resulüne isyan ettiğimde, bana itaat etmeniz gerekmez.” Aynı şekilde Hz. Ömer de halifeliği esnasında minberden “Ben Allah’ın ve Resulünün yolundan saparsam ne yaparsınız?” diye sormuş, ashaptan “Seni kılıçlarımızla düzeltiriz” cevabını alınca, ” Beni günahtan alıkoyacak bir ümmet bulunduğu için Allaha sonsuz hamdolsun.” diyerek dua etmiştir.  Bu sözlerden anlıyoruz ki, İslam Hukuku’nda ulu’l emr tabir olunan siyasi iktidar, denetimsiz değildir ve ulu’l emre itaatin sınırları bulunmaktadır. İslam Hukuku’nda ulu’l emrin belirlenmesinde Ehl-ül hal ve’l Akd müessesesi getirilmiştir. Ehl-ül hal ve’l Akd , ulu’l emri seçme ve gerektiğinde onu azletme yetkisine sahip olan kişilerden oluşan bir meclistir. Doğal olarak ulu’l emri denetleme vazifesi öncelikle alimler, arifler, aydınlar ve devlet tecrübesine sahip idarecilerden oluşan bu meclise aittir Siyasi İktidar aynı zamanda halka karşı da sorumludur. Halkın denetimine açıktır. Hz. Ömer, cuma hutbesi için minbere çıktığında, kendisinden sırtındaki elbisenin hesabı sorulmuş, Hz. Ömer de şahit çağırarak o elbisenin hesabını vermeden hutbeye başlamamıştı. Bu husus önemlidir. Üstad Sezai Karakoç’un bir çok konuşmasında izah ettiği gibi, ulu’l emr için her cuma namazı, aslında bir güven oyu mahiyetindedir. Halk cuma namazına gitmediği ve ulu’l emr adına camide hutbe okunmadığı zaman, idare halk nezdinde meşruiyetini kaybetmiş olur.

İslam Tarihinde bunun bir çok misali vardır. Milli Mücadele’de, İzmir’in işgali üzerine Denizli Müftüsü Ahmed Hulusi Efendi’nin cuma namazı kıldırmayarak ve halkı mücadeleye çağırarak başlattığı hareket, en meşhur misallerden birisidir. İslam tarihi boyunca, belirli şartlar oluştuğunda, halkın iktidarı değiştirme yolu olarak kabul edilen huruç ales sultan yönteminin ilk aşaması, çoğunlukla hutbenin okutulmaması ve sancak çekilmesi şeklinde gözlemlenmiştir.Şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki,  İslam Hukuku’nda ulu’l emre itaat ile alakalı ayet ve hadisler, mutlak anlamda itaati emreder şekilde anlaşılmamış ve zannedilenin aksine mutlakiyetçi bir siyasi iktidar kuramı geliştirilmemiştir. İslam Hukuku’nda siyasi iktidar, hakkında zaman zaman kullanılan ağdalı sıfat ve unvanlara rağmen, asla ilahi iradenin, ya da milli iradenin mutlak tecessümü olarak kurgulanmamıştır. Hilafet ve emanet kavramları, siyasi iktidarın mutlak değil mukayyet olduğunun göstergesidir.

Bağımsız ve Adil Yargı

İslam Hukuk Felsefesinde hukuk siyasi iktidar üzerinde bağlayıcıdır ve devlet başkanı da dahil tüm idareciler, dava edilmeleri halinde yargı önüne çıkmak durumundadır. Fatih Sultan Mehmet Han’ın, hakkındaki dava üzerine İstanbul Kadısı Hızır Bey Çelebi’nin huzuruna çıkması bunun misallerinden birisidir. Günümüzde hukuk devleti veya hukukun üstünlüğü adı verilen bu ilke, İslam Hukuku’nun en önemli ilkelerinin başında gelmektedir.

Bu ilkenin yaşatılması, bağımsız ve adil bir yargı sistemi ile mümkündür. Tarih boyunca İslam alimleri ve hukukçuları bu ilkeyi yaşatmak için büyük mücadele vermiş ve gerektiğinde en ağır bedelleri ödemişlerdir. İmam-ı Azam Ebu Hanife, devrin idaresine boyun eğmemiş, bu sebeple işkence görmüş ve hapiste vefat etmiştir. İmam Malik kırbaçlanmış, yine de fetvasından dönmemiştir. İmam Ahmed b. Hanbel, 28 ay boyunca hapiste kalmış, işkence görmüş, yine de fetvasını değiştirmemiştir. İmam Şafii, kadılık vazifesini sürdürmekteyken yargılanmak üzere Bağdat’a gönderilmiş, yine inancından ve duruşundan taviz vermemiştir. Fıkıh Usulü alanının en büyük alimlerinden olan İmam Serahsi, devrin idaresini tenkit edip aleyhe fetva verdiği için uzun süre hapiste kalmış, muazzam bir külliyat oluşturan eserlerinin büyük bölümünü hapiste iken yazmıştır. İmam Suyuti, Memluk idaresi tarafından idama mahkum edilmiş, yine de geri adım atmamıştır. Daha bir çok misal vermek mümkündür.

Fatih Sultan Mehmet Han, İslam tarihinin en kudretli ve hayranlık uyandıran siyasi liderlerinin başında gelir. Bununla beraber İslam uleması ve hukukçuları, onun gibi bir devlet başkanının karşısında bile eğilmemiştir. Molla Hüsrev’den, Akşemseddin’e, Hızır Bey Çelebi’den Molla Lütfi’ye, Şeyh Vefa’dan Sinan Paşa’ya bir çok alim sultana karşı gelmiş ve onu tenkit etmiştir. Şah İsmail tarafından idam ettirilen Kadı Mir Meybudi ve onun gibi bir çok alimin, sahip oldukları ilmin vakarına ve haysiyetine halel getirmemek için zulme karşı durarak canlarını feda etmekten çekinmedikleri, tarih kitaplarının kaydettiği bir iftihar tablosudur. İslam Hukuku, bu iftihar tablosunun gölgesinde yücelmektedir.

Osmanlı Devleti’nin yükselme devri olarak gösterilen dönem, kılıçların kudretinden daha çok, adil ve karakterli bir hukuk sistemi oluşturabilmek ve o sistemi tatbikata geçirebilmekle öne çıkar. Bu devirde Molla Hüsrev, Zembilli Ali Cemali Efendi, İbn Kemal Paşazade ve Ebu Suud Efendi gibi büyük hukukçuların yetişmiş olması tesadüf değildir. Ebu Suud Efendi’nin, “Nameşru nesneye emr-i sultani olmaz” sözü o devirde ulemanın ve hukukçuların, hukuk devleti idealine ne derece bağlı olduklarını gösterir. Yavuz Sultan Selim gibi hiddetli bir padişaha; “Dinsizlerin ellerine neden dini emanet edersin? Öyle ki bu kimseler, din satıp dünya almayı şiar edinmişlerdir. O şeriat makamında oturanlardan sual edeyim; dini makamların alınıp satılması reva mıdır? Yüce şeriatı vaaz edenin hakkı için, fuhuş ticareti yapmak ondan yüz kat iyidir. Dini senden satın alan onu çok çabuk satar.” diye hitap edebilen İdris-i Bitlisi’yi ve Sultan I. Ahmed Han’a “Küfr ile devlet durur, zulm ile durmasa gerek” diyen Abdülmecit Sivasi’yi de bu bağlamda zikretmemiz gerekir.

Görülüyor ki, İslam Hukuk düşüncesi ve tatbikatında, iktidar üzerindeki yargı denetimi bir vesayet olarak değerlendirilmemiş, aksine bir emanet olan kamu idaresinin doğası gereği, mukayyet ve denetime açık olduğu kabul edilmiştir. İslam Hukuku’nun bu yapısını çok iyi özümsemiş olan Osmanlı hanedanının, Avrupa’daki monarşilerden ve kraliyet ailelerinden farklı olarak, kendi iktidar alanlarını sınırlandırma fikrine bu derece açık olması,  yasama meclisi, anayasa, kodifikasyon gibi kavramları kendi dönemlerinin şartlarına göre gerçekten kolayca kabul edebilmesi, bu arka plan sayesinde mümkün olmuştur.

Tüm bu ilkeleri birlikte değerlendirdiğimizde, İslam Hukuku tecrübemizin, sorunlarımızın çözümü için bize şu reçeteyi önerdiğini söyleyebiliriz:

Adil ve tutarlı bir iç mantığa sahip, sağlam bir hukuk sistemi;

Kamuya ait bütçenin disiplini ve bu disiplini koruma hassasiyeti;

Maddi, manevi, siyasi ve idari olarak bağımsız bir yargı;

Siyaset müessesesinde istişare ve iç denetim hususunda kurumsallaşma;

Adalete ve ahlaka bağlı, emanet şuuruna ve vazifenin aradığı liyakata sahip kamu görevlilerinin yetiştirilip görevlendirilmesi.

Bizim için bu ilkelerin tatbiki, bir ütopya değil, bir varoluş meselesidir. Çünkü gerçek zannedilen rüyadan uyanıp, hayal zannedilen hakikate ulaşmak için, bugünden başka bir zaman yoktur.

Modernliğin sefaleti 2

 

yüksel kanar

YÜKSEL KANAR

Çağdaşlık ve çağdaşlaşma

Sözü edilen bu kafa karışıklığı, “çağdaşlık” (modernizm)  sözcüğünün teknolojik, siyasal, ekonomik ve toplumsal gelişmede en ileri olan ülkelerin –ki bunlarla doğrudan Avrupa ülkeleri kastedilmektedir– ortak özelliklerini belirtmek üzere oldukça yaygın biçimde kullanılmasından ve “çağdaşlaşma”nın (modernization) da, ülkelerin o özellikleri elde etme sürecini belirtecek biçime dönüştürülmesinden kaynaklanmaktadır. Gerçekte Black’in verdiği örnekten hareket edecek olursak, Hıristiyanlaştırma (Christianization: Hıristiyanlığı topluma yayma), ya da sanayileştirme (Industrialization: sanayii topluma yayma) kavramlarındaki Hıristiyanlığın ve sanayiin ne anlama geldiği konusunda genel bir anlayış birliği vardır, oysa ‘çağdaşlık’ sözcüğü “Çağdaşlaştırıcılar” (modernizers) dışında kalanlar için anlaşılmış ya da benimsenmiş bir anlamı iletmez[1].

Çağdaşlığın, bütün dil kurallarının bir yana bırakılarak keyfî bir şekilde “en ileri ülkelerin ortak özellikleri” olarak belirlenmesi, sözünü ettiğimiz kafa karışıklığının başta gelen sebebidir. Nitekim yine Black’in belirttiği üzere, “çağdaşlaşma”nın, süreci belirlemek için kullanılan tek sözcük olmadığı ve “genel anlamda, özellikle gelişmiş ülkelerin azgelişmiş ülkeler üzerindeki etkisini belirtmek üzere, yakın zamanlarda, ‘Avrupalılaşma’ ve ‘Batılılaşma’ sözcükleri”[2]nin onunla aynı anlamda kullanılıyor olması, çağdaşlığı Avrupalılıkla, çağdaşlaşmayı da Avrupalılaşmakla eşanlamlı hale getiriyor. Ancak bu açıklamanın, basit bir mantıkla bile hem Avrupalı ve hem de Avrupa dışında kalan ülkelerin çağdaşlaşmayla olan bağlantısını ifâde etmekten âciz kaldığı açıktır. Coğrafî anlamda zaten Avrupa içinde gösterilen bir İngiltere veya Fransa’nın Avrupalılaşması nasıl bir çelişkiyse, bu ülkelerin çağdaşlığın başlangıcı olan onyedinci yüzyıldan önce Avrupalılaşmamış olduklarını söylemek de aynı derecede bir çelişkidir. Diğer yandan bir Asya veya Afrika ülkesinin Avrupalılaştırılması da aynı çelişkinin bir parçasıdır. Bu çelişki günümüzde, önceleri Batılılaşmayla eşanlamlı tutulan Modernleşme, artık Avrupa kökenli öğelerin öteki toplumlara taşınması ya da belli bir toplum modeline geçiş süreci olarak gösterilmek yerine, “toplum bilimlerinde, insan uygarlığının genellikle sanayileşme ve laikleşme aracılığıyla uğradığı ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşüm”[3] olarak tanımlanmaktadır.

Modernleşmenin tanımındaki bu belirsizlik ve zorlamaların nedenini mantığın dışında, meşrulaştırıcı ideolojik açıklamalarda aramak gerekir. Çağdaşlık için bir mekânın ve bir zamanın ön şart olarak ortaya konulması bu konuda bize önemli ipuçları verir. Çağdaşlığın mekânı olarak, onunla özdeşleştirilen Avrupa’nın belirlendiği zaten açıktır. Çağdaşlığın zamanı, yani hangi tarihte başladığı konusu ise, aşağıda ele alacağımız gibi, modernliğin (Avrupa’nın) kurumlarına göre değişmektedir. Kabaca ele alınırsa çağdaşlık (modernizm), onyedinci yüzyıldan itibaren Avrupa’yı belirleyen bir kavram olarak ortaya çıkmaktadır. Bu olgu, Avrupa çağının başlangıcı olarak niteleyebileceğimiz onyedinci yüzyıldan sonraki Avrupa’yı dünyanın merkezine yerleştirmektedir. Sürecin buradan başlatılması, dünyanın başka yerlerinde ortaya çıkmış daha önceki bütün gelişme, yenileşme ve dönüşümleri devre dışı bırakmakta ve dünya tarihini onyedinci yüzyılda Avrupa’dan başlatmaktadır. Bu tarihten sonra Avrupa, bütün insanlık için vazgeçilmez bir ölçü haline sokulmuştur. Şu halde nasıl bir modernlik tarifi verilirse verilsin, bunun Batılılaş/tır/ma ile aynı anlama geldiği açıktır.

Ayrıca sözün burasında Oryantalizm’i bir kez daha hatırlamakta fayda var: Bilindiği gibi Oryantalizm, Avrupalının “bilimsel hakikat statüsü” vererek Doğu üzerinde yarattığı iktidarın adıdır; gerçeklikle ilgisi olmayan belirleyici, zorlayıcı/yargılayıcı/mahkûm edici bir bilgi çerçevesidir. Olumsuz anlamdaki bu muhayyel kurmacaya karşı modernizm ise, yine Avrupalının muhayyilesinde yaratılan ve gerçekle alâkası olmayan, olumlamaya dayalı bir Batı tasavvurudur. Her iki kurmacada da esas olan düşünce, insanların kafasında Avrupalıların düşlediği biçimde bir Doğu ve bir Batı imgesi oluşturmaktır. Cengiz Aktar’ın belirttiği gibi, ne Fransızcada ve ne de İngilizcede “Batılılaştırılma”yı tek sözcükle anlatmanın kolay olmaması işte bu yüzdendir: Batılılaştırılmada bir edilgenlik söz konusudur; dolayısıyla kendini etkin özne olarak kuran Avrupalılar için böyle bir şey, yani “batılılaştırılma” söz konusu olamaz. “Söz konusu edilgenliğin baskın Batı dillerinde tek sözcükle söylenememesi, ‘Batı’ya maruz kalmış’ bir ülkenin dilinde mevcut olması ise doğal. Batılılaştırılma zorlama bir kavram. Batılı olmayanı Batılı yapmak bir zorlama. Batılıdan başka Batılı olan yok, oldurulanlar var. Bu edilgenlik, öte yandan bir çeşit yenilgi”. Aktar’ın bu ifâdeleri sorunun özünü belirlemektedir. “Batı’ya mâruz kalmak” anahtar bir cümle. Farsçada Modernizm’in “Garbzedegî” sözcüğüyle karşılanması da bizim için ilginç bir gerçeği ortaya koymaktadır. Bunu Türkçeye tam olarak Aktar’ın bu cümlesiyle çevirebiliriz. İşte bu yüzden, “(h)ele Osmanlı gibi Batı’nın onulmaz çekimine rağmen onun tahayyülünü aşağılamış bir imparatorluk söz konusu olunca, yenilgi varoluşsal bir hezimet boyutlarına ulaşıyor. Resmi söylem ve yaygın ideolojiler ise bunun edilgenlik değil, sadece evrensel işleyişin bir tezahürü olduğunu söylemekte. Yani tarihin orada burada tekerrürü. Avrupa’nın birkaç yüzyıl önce gerçekleştirdiğini, geriden gelenler haliyle daha sonra gerçekleştirmiş olacaklardır. Biraz rötar, hepsi bu kadar. Bu Darwinci çizgisellik tüm insanlığın, Avrupa’nın modernleşmeden önce bulunduğu yerden geçmiş olduğunu kuramsal olarak varsaymak zorunda olduğu ölçüde tarihten çok bir efsane konumunda”[4].

Modernliğin başlangıcı

Kuzey Atlantik kıyılarında ortaya çıkan ve Aydınlanma’nın çocuğu olan modernliğin tarihi, Avrupamerkezci tarih yazımlarında doğal olarak ve kesin biçimde 17. yüzyılda yayılmaya başlayan ve 18. yüzyılda egemenliğini pekiştiren “Aydınlama” ile başlatılır. Ortaya çıkışı ve yayılışıyla katıksız bir Avrupa ideolojisi olan Aydınlanma böylece aynı zamanda modernliğin zamanı haline getirilir. Dolayısıyla Aydınlanma ile birlikte başlatılan Modernlik, Avrupa’nın kendi şartları içinde doğan ve birbirinden ayrılması mümkün olmayan bir ikili set oluştururlar.

Her şeyden önce “aydınlama” sözcüğü akıllarda, ister istemez onun karşıtı olan “karanlık” sözcüğünü çağrıştırır. Demek ki, aydınlanmadan önce bir karanlık söz konusudur ve modernizmin incelenmesinde karanlık ve aydınlanma iki temel kavram olarak belirginleşir. Tarihsel anlamda “karanlık” kelimesinin, Avrupa’nın Ortaçağ’ını betimlemek üzere Rönesans’tan sonra kullanılmaya başlandığını ve onunla özdeşleştirildiğini biliyoruz. Bu iki kelime, düşünce tarihiyle uğraşanlar için çok iyi bilinen bir benzetmeyi, yani “Ortaçağ karanlığı” metaforunu akla getirir. Bugün Avrupa’dan yayılarak bütün dünyada olduğu gibi bizde de sorgulanmadan verili bir gerçek olarak kabul edilen ve kullanılan tarih dönemlendirmelerinde İlkçağ’ın ardından gelen Ortaçağ da Batılı tarihyazımına ait bir adlandırmadır. Böylece Ortaçağ, bizzat Avrupalılar tarafından kendi tarihlerinden silmek istedikleri ancak bunu başaramadıkları siyah bir leke olarak tescil edilmiştir. Aydınlanma, bir ideoloji olarak, inkâr edilemez bu karanlığın Avrupa ile özdeşleştirilmesinin önünü kesmek, en azından onun katılığını mümkün olduğu ölçüde yumuşatmak için icat edilmiştir. Dolayısıyla ortaçağ ne kadar kesin ve inkâr edilemez bir kavramlaştırılmış Avrupa gerçeğiyse, Aydınlanma da öylesine onun olumsuzluğunu yok etmek için uydurulmuş katıksız Avrupa karakterli bir kavramdır.

Ortaçağın karanlık bir dönem olarak ortaya çıkışı ve fiilen yaşanması, bütünüyle Avrupa’nın kendi tarihsel şartları, düşünce ve inanç biçimleri içinde gerçekleşmiştir. Avrupa dışı dünyanın bu yapılanmada bir katkısı olmadığı gibi, bu karanlığın üzerinin örtülmesi için projelendirilen Aydınlanma düşüncesinin oluşturulmasında da bir dahli yoktur. Ancak Avrupa dışında kalan çok geniş dünyaya bu tür düşüncelerin içerisinde önemli roller biçildiği de açık bir gerçektir. Avrupalılar tarafından, kendi kıtalarının merkeze oturtulduğu bir düşünce kurmacasında, dışarıdakilere bütün olumsuzlukları temsil eden bir rol yüklenir. Tek taraflı yakıştırma ve bundan da ötede dayatmalara bağlı, hiçbir gerçekliği olmayan bu zorlama rol, Avrupamerkezciliğin bütün dünyada kurmak istediği modern egemenlikle doğrudan bağlantılıdır. Geleneksel toplumla zıtlık içerisinde oluşturulan Modernleşme teorilerinde Avrupa kendini “modern” olarak belirlerken, dışındakileri kendisinin olumsuzu/karşıtı/negatifi olarak işaretlemekte ve dolayısıyla onlar üzerinde tek yanlı bir egemenlik kurmaktadır. Burada modernizmle birlikte oryantalizmi de hatırlamamak mümkün değildir. Biraz yukarda da değindiğimiz gibi modernizm, doğrudan Avrupa’nın kendisini kurma ideolojisi iken, oryantalizm buna uygun bir “Doğu” kurma, yani kendisinin negatifi öteki oluşturma ideolojisi olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu türden ideolojiler sonuç olarak birbirini destekleyici niteliklere sahiptirler ve aslında da tek amaç, Avrupamerkezciliğin gerçekleştirilmesidir.

Bu açıklamayı, Modernlik için bir başlangıç tespitinin ve bunun karanlık/aydınlık diyalektiği içinde ele alınmasının nedenini göstermek için yaptık. Çünkü ideoloji olarak modernlik, “karanlık ortaçağ”ın, hemen ardından gelen aydınlanmaya dönüştürülmesi çabasını gösterir. Amaç, yapay ışıkla kamaştırılan gözlerin, hemen yanı başındaki karanlığı görmesini engellemektir. Bu evrilme, Avrupa tarihinin yaklaşık bin yıl süren uzun karanlık dönemini bir paranteze alarak yaşanmamış gibi gösterir ve aydınlanmayı mucize bir dönem olarak ortaya çıkarır. Ancak bin yıllık karanlıktan sonra gelen bu ani aydınlanma konusunda hemen hiçbir açıklama bulamayız. Ardında büyük anlatıların oluşturulduğu modern dönemin ne zaman başladığı konusu da, bütün efsanelerde olduğu gibi büyülü masallarla donatılmıştır. Giddens’ın “nedir modernlik?” sorusuna verdiği cevap bunu açıkça gösterir: “İlk yaklaşım olarak basitçe şunu söyleyelim: ‘Modernlik’, on yedinci yüzyılda Avrupa’da başlayan ve sonraları neredeyse bütün dünyayı etkisi altına alan toplumsal yaşam ve örgütlenme biçimlerine işaret eder. Bu yaklaşım, modernliği belirli bir zaman süreci ve coğrafi çıkış noktasıyla ilişkilendirir; ama onun temel karakteristiklerini de şu an için bir karakutu içinde dikkatlice istiflenmiş olarak bir kenara bırakır”[5].

Karakutunun incelenmesi bize dünyanın Avrupalılaşmasının şifrelerini verecektir. Bu şifreler karmaşık ve sorunlarla dolu olduğu için genellikle ortalama insanların ilgi alanı dışında bırakılır, ancak modernliğin zamanı olan onyedinci yüzyıla ve mekânı olan Avrupa’ya ısrarlı vurgular yapılır. Böylece zaman süreci olarak “aydınlanma”nın, coğrafi çıkış noktası olarak da Avrupa’nın (özel anlamda kuzeybatı Avrupa’nın) yüceltilmiş yapay görüntüsü, karakutunun şifrelerine bakmayı geri plana iter ve çoğu zaman da hiç dikkate alınmamasını sağlar. Karşımıza bütün sorunlardan uzak efsaneleştirilmiş bir Avrupa (Batı) çıkar.

Dönemleştirmeyi “modern çağın tarihsel çizgisini amaçlarımıza uygun olarak makul bir şekilde belirleme meselesi”, yani “pragmatik bir mesele” olarak gören Tomlinson[6], modern dönemin ne zaman başladığı konusunun tartışmalı olduğunu, bunun da pragmatik açıdan “konuya nasıl bakıldığına bağlı” bir nedenden kaynaklandığını belirtir[7]. Kolakowski de “çağdaşlığın mazide hangi noktadan neş’et ettiğine karar verişimiz pek tabii bizim bu sözcüğe tahmil ettiğimiz anlamla yakînen alakalıdır”[8] sözleriyle aynı gerçeği dile getirir. Dolayısıyla modernliğin anlamı konusundaki belirsizlikte olduğu gibi, başlangıcı konusundaki belirsizlikte de keyfî bir yararcılık söz konusudur. Çünkü biraz aşağıda da ele alacağımız gibi, modernliğin başlangıcı, reddedilen eski ile benimsetilecek yeninin sınırını belirler. Tomlinson ve Kolakowski, modernliğin kendine özgü kurumlarından her birinin ayrı çıkış noktaları olduğunu ve buna bağlı olarak da onun için XVI. yüzyılın başlarıyla XX. yüzyılın ortası arasında farklı başlangıç tarihleri belirlendiğini söylerler. Tomlinson’un bu konudaki ifâdeleri şöyle:

Örneğin Wagner, kentleşme, sanayileşme ve siyasal sürecin demokratikleşmesi gibi “modernliğe” özgü tüm toplumsal süreçlerin “çok uzun zaman öncesine dayanmakta” olduğunu, “her zaman aynı anda oluşmadıklarını ve bazılarının ortaya çıkışının sözde modern dünyadan ve çağdan oldukça uzak bölge ve dönemlere kadar gittiğini” ileri sürer. Modernliği kendine özgü kurumları aracılığıyla dönemleştirmeye çalışmanın en büyük zorluğu bütün bu kurumların her birinin ayrı bir “zamanının” olmasıdır. Çok açık bir örnek olarak kapitalizmi alırsak, bu durumda Immanuel Wallerstein bizi “modern dünya sistemi”nin “1500’lü yıllar”da ortaya çıktığına ikna edebilir. Wallerstein’ın modernliğin başlangıcı olarak saptadığı tarih, modernliği esas olarak “feodalizmin krizi”ne ekonomik alanda verilen tepkiler ve kapitalist modernlik çağının ortaya çıkışı bağlamında ele alıyorsak anlamlı olabilir. Peki bu durumda, bu bakış açısı bir başka kurumu paradigmatik olarak kabul eden bir görüşle nasıl bağdaştırılabilir? Siyasi demokrasinin (siyasi modernlik) ortaya çıkışını alırsak, bu bizi XVII. yüzyıldaki olaylara (İngiliz İç Savaşı’na), ya da XVIII. yüzyıla (Fransız ve Amerikan Devrimleri) götürür. Öte yandan endüstriyalizm ise, modernliğin köklerini XVIII. yüzyıldan çok daha ileriye, sanayi devriminin gerçekleştiği XIX. yüzyıla taşır[9].

Kolakowski de, modernliğin geçmişte hangi noktadan ortaya çıktığının, bu sözcüğe yüklediğimiz anlamla doğrudan bağlantılı olduğunu belirtir:

Konumuz uluslararası devlet (çok uluslular); derdimiz akılcı planlama (yatırım), refah devleti ve binnetice sosyal ilişkilerin bürokrasiye bağlanışı ise, pek fazla geriye gidemeden –yüzyıllarda değil- onyıllarda kalmamız gerekecektir. Ama eğer ‘Çağdaşlığın temeli bilim hayatında yatmaktadır’ hükmüne varmış isek, çağdaşlığın tarihini XVII. yüzyılın ilk yarısından işletmek gerekir; çünkü bilimsel araştırmanın ana vasfı, ana ilkeleri ilk kez 1600’lü yıllarda ortaya çıkarıldı, kodlanıp formüllendirildi ve bu meyanda bilim adamları –özellikle Galile ve Galileciler sayesinde- fizik ilminin olaylardan değil, akıldan hareket eden (deneyci/ampirik değil önermeci/sınayan) bir bilim olup a priori (akıl ürünü, tasavvur ürünü) soyut modellere dayanmadığını, bu modellerin tamamının fizik koşullarda denenmesinin gerekmediğini ve hatta bunun mümkün olmadığını düşünmeye başladılar. Bu böyle olmakla birlikte maziye bakışı daha da derinleştirmekten bizi hiç kimse alıkoyamaz: Çağdaş bilimin ana pınarı, bağımsız laik aklın zincirinden kurtarılışıdır, çözülmesidir. Aynı süreç içinde sosyal bilimler kurgusu ilahiyat kurgu ve mantığından ayrıştırılmıştır; işte budur çağdaş bilimin ana menbaı[10].

 

Modernliğin ortaya çıkışıyla ilgili tarih ve mekândaki bu değişikliklerin hep Avrupa içinde dönüp dolaşması anlamlıdır. İşin bu aşamasında Avrupa dışındaki dünyanın adı bile yoktur. Yeni adına ne varsa bu mekânda ve ona ait zamanda ortaya çıktığına inanılır. Zaman bazen Rönesans ve çoğu zaman Aydınlanma olarak adlandırılır; fakat genel olarak “modern zamanlar”dır. Olayın kahramanı Avrupa’ya karşılık, onun dışındakiler işe geri kalmış-ilkel-yabanıl-geleneksel kişiler olarak katılırlar.

[1] Bkz. C. E. Black, Çağdaşlaşmanın İtici Güçleri, s. 5

[2] A. g. e., s. 5; “…planlı bir Batılılaşma söz konusudur. Bu girişim, kalkınma sözcüğü moda olamadan çok daha önce başlamıştır. İlerleme ve Aydınlanma ideolojisinin ilk günlerine kadar uzanır. Bir adı da modernleşmedir”. (Serge Latouche, Dünyanın Batılılaşması, s. 89)

[3] AnaBritannica, “Modernleşme” mad.

[4] Cengiz Aktar, Türkiye’nin Batılılaştırılması, s. 13

[5] Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, s. 11

[6] Bkz. John Tomlinson, Küreselleşme ve Kültür, s. 56

[7] Bkz. a. g. e., s. 54

[8] Leszek Kolakowski, Modernliğin Sonsuz Duruşması, s. 16

[9] John Tomlinson, a. g. e., s. 54–55

[10] Leszek Kolakowski, a. g. e., 16–17