Modernliğin sefaleti 1

YÜKSEL KANAR

yuksel-kanar

Modern kelimesi sözlüklerde “içinde bulunulan zamana, ya da göreceli olarak yakın bir döneme ait; en son ilerlemelerden yararlanan” şey olarak tanımlanır. Dolayısıyla kelimenin sözlük anlamı, herhangi bir değer yargısı belirtmeksizin, kökeni mevcut çağ ya da dönemde olan şeylere işaret etmektedir. Bir şeyin şu andaki durumuyla önceki durumu arasında bir mesafe yaratmak için ona modern deriz.

Değer yargılarından günlük yaşama kadar her şeyde ortaya yeni çıkmış anlayış ve uygulama biçimlerini gösteren bu tarafsız anlamıyla modern, hemen bütün kültürlerde bazen kabul edilebilir olanı, bazen de hafiflik, ciddiyetsizlik ve züppeliği ifâde eder. Eski anlayışları düzelten veya tamamlayan anlamıyla olumlu görünürken, onları bozan veya yıkan anlamıyla olumsuz görünür. Kısacası modern, yani yeni olan her şey, iyi ve kabul edilebilir şey demek değildir: “Pek çok kullanımında modern sözcüğü aynen moda sözcüğü gibi bir değer yargısı, önyargı, peşin kabul, olumluluk-olumsuzluk vurgusu içermeyen, nötr (yansız) bir sözcük görünümündedir. Çağdaş olan şey bu çağda olan şeydir ve hatta bu kelime sık sık istihza mahiyeti taşır”[1].

Henüz Avrupamerkezci düşüncelerin tam anlamıyla ortaya çıkmadığı “İlk zamanlarda ‘modern’ (çağdaş) sözcüğü çoğu kez bayağı ve basmakalıp gibi aşağılayıcı bir anlamda kullanılırdı ve Shakespeare de deyimi hep bu anlamda kullandı. İngiliz yazarları Fransız devriminin önderlerine ‘çağdaşlaştırıcılar’ olarak yollama yaptıklarında bu sözcüğü kuşkusuz kötüleyici anlamda kullanıyorlardı”[2].

Bu anlamıyla modernlik, herhangi bir düşünce, kültür veya coğrafyaya mal edilmeden, kazanılan birikimleri tahrip etmemek ve onun eksiklerini tamamlamak kaydıyla, her kültürün daha iyiyi arama ve ona ulaşma çabası olarak görülebilir. Kuşkusuz her insan ve onun bağlı olduğu kültür, geçmişin tecrübeleri üzerinde yükselir. Bugün yaşayanlar geçmişte yaşayanlara göre daha ileri bir tecrübe düzeyinde bulunurlar. Bu anlamda modernlik, her ne kadar yeni olanı temsil etse de, aslında dünyanın ömrü açısından düşünüldüğünde bu yenilikler en eskileri de hesaba katarak, onlara yaslanarak oluşturulan yeniliklerdir. Bugünden geriye bakıldığında bize eski olarak görünen dünya, gerçekte bugün düne göre daha yaşlıdır. Dolayısıyla biz, geçmiş dönemlere göre daha da yaşlanmış ve eskimiş bir dünyada yaşıyoruz. Şu halde modernlik, yeni türeyen, gelip geçici olan, anlık heveslere cevap veren bir şey olabildiği gibi, geçmişin tecrübelerinden yararlanılarak oluşturulmuş, geleceğe ışık tutan kalıcı değerlerin yeniden ifâdesi olarak da ortaya çıkabilir.

Kolakowski, modern kelimesinin Almancada hem çağın malı, hem de revaçta (makbul, tercih edilen) demek olduğunu, İngilizce ve diğer Avrupa dillerinde ise bu iki anlam için ayrı kelimeler (modern/revaçta) kullanıldığını belirterek Almancadaki kullanımın sözcük anlamı yanında, ona bir değer atfederek (revaçta) ideolojik anlam da yüklendiğine ve bunların ikisini birlikte karşıladığına dikkat çeker. Bu çerçevede, yani işin içine değer yargısının karıştığı ve her iki sıfatın (çağın malı/makbul) buluştuğu durumlarda ortaya birtakım sorunların çıkması da kaçınılmazdır: “Tabii modern teknoloji yerine makbul (kabul gören, tutulan) teknoloji, modern bilim yerine makbul bilim, modern sanayi yönetimi yerine makbul sınai yönetim diyemeyiz, makbul buralara gitmez. Ama herhalde modern fikirler makbul fikirler, modern resim makbul resim, modern giyim de makbul giyim şeklinde ifade edilebilir. (…) öte yandan, modern bilim ve modern teknoloji tabirleri, en azından günlük dilde, bir üstünlük ifadesi içermektedir”[3].

Black ise önce Latincede, daha sonraları İngilizcede ve öbür dillerde sözcüğün çağın ve ‘geçmiş’in yazar ve yazılarını birbirinden ayırt etmek üzere, daha sonra yedinci yüzyılda ise ‘modernity’ (çağdaşlık), ‘modernizers’ (çağdaşlaştırıcılar) ve ‘modernization’ (çağdaşlaşma) sözcüklerinin değişik biçimlerde oldukça sınırlı ve teknik bağlamlarda kullanıldığını belirterek[4] onun sözlük anlamındaki tarafsız kullanımına dikkat çeker.

Kelimenin yukarıdaki sözlük anlamları bize, Avrupa’daki “bilimsel devrimden buyana insan sorunlarındaki hızlı değişme sürecini belirten genel bir deyim olarak”[5] kullanılan ideolojik anlamdaki modernlik (çağdaşlık), ya da modernleşmeyi (çağdaşlaşma) tanıtmaz. Bu açıdan bakıldığında, üzerinde uzlaşmaya varılmış bir tanım bulamayız. Kelime neredeyse sözlük anlamıyla olan bütün ilişkilerinden kopartılarak Avrupa’ya ait bütün değerlerin yüceltilmesini ifâde eden apayrı bir anlama bürünür. Adına “Avrupa dönemi” diyebileceğimiz, belirli bir tarihte başlayan ve halen devam eden zaman içinde, kendinden önceki her şeyin “geleneksel” nitelemesiyle olumsuzlaştırılarak bir tarafa bırakılmasını, Avrupa dışında kalan dünyanın tarihsiz, kültürsüz ve anlamsız bir dünya olarak tedavülden kalkışını açıklayan bir kavram olarak kullanılır. Modernlikle ilgili bütün çalışmalarda onun, Batı lehine üstünlük ifâdesi içeren, ayrıcalıklı hâle getirilmiş bu anlamını görmek mümkündür.

Tarihyazımına ilişkin bu ikinci anlamında modern, Oxford İngilizce sözlüğün de tanımladığı şekliyle “genellikle (ilk ve orta çağa zıt olarak) Orta Çağ’dan sonraki zaman için kullanılır. Sözlük bu anlamda moderni 1585 gibi erken bir zamanda kullanan bir yazardan alıntı yapmaktadır”[6]. Bizi ilgilendiren de zaten bu anlamdaki modernliktir. Batı kendini ortaçağ gibi bir karanlığın yaratıcısı ve yaşayıcısı olarak tanınmaktan kurtarmak ve dünyanın biçimlendiricisi gibi göstermek için böyle bir modernlik anlayışını çok iyi kullanmıştır.

İdeoloji olarak modernlik

Sözlüktekinden farklı olarak bu ikinci anlamda modernlik, büyük bir anlam kaymasına uğratılarak, Avrupa’nın her alanda üstünlüğünü öne çıkaran bir ideolojiye dönüştürülmüştür. Dönem olarak Ortaçağ’dan sonraya, Aydınlanma ile aynı zamana yerleştirilen modernlik, bu haliyle, hemen öncesindeki aşılmaz Ortaçağ karanlığının Avrupa’ya ait bir özellik olduğu gerçeğini bakışlardan gizleyici bir görev yüklenir. Böylece en yeni ve en ileriyi ifâde eden modernlik, Avrupa’nın temel karakteristiğini simgeleyen ve ona üstünlüğünü sağlayan bir kavram olarak inşa edilir. Geçmiş bütünüyle “geleneksel”lik parantezi içinde, olumsuzluklar yığını olarak ve “modern”liğe karşıt bir biçime sokularak reddedilir. Artık bütün olumsuz özellikler geleneksellikle, geleneksellik de Batı-dışı toplumlarla özdeş hale getirilmiştir; olumlu özellikler ise modernlik adı altında Batı’yla özdeşleştirilmiştir. Geçmişin bu şekilde reddinin Avrupalılar tarafından ne anlama geldiği ayrıca ele alınacak başlı başına bir konudur.

Bilimsellik kılığına büründürülmek sûretiyle asıl özellikleri gizlenmeye çalışılan bütün ideolojik kelimeler gibi, masumiyetinden uzaklaştırılan “modernlik” de, artık kelime anlamıyla değil, bu özel anlamıyla Avrupamerkezciliğin kullanım alanına sokulmuş, günümüzde neredeyse bütün dünya dillerine, önüne geldiği her kelimenin Avrupalı özelliğini vurgulayan ve ona üstünlük sağlayan bir kavram olarak yerleştirilmiştir. Modern bilim, modern yaşam, modern hukuk gibi tanımlamalarla, hiçbir ek açıklamaya gerek kalmaksızın revaçta ve makbul olan Batı (Avrupa) bilimi, yaşamı ve hukuku anlaşılmaktadır.

Kelimenin bu iki anlamı arasındaki bağlantı, dünyanın Batı ve Batı-dışı olarak ikiye ayrıldığı günden bu yana hayatî bir önem taşımıştır. Modernliğin, her türlü olumluluğu içeren bir özelliğe büründürülerek Avrupalılıkla eşanlamlı hale getirilmesi, doğal olarak Avrupa dışında kalanları, bunun tam tersi yönde olumsuzluklar nesnesi haline sokmaktadır. Elbette bu durum, kaçınılmaz olarak dünyanın asıl geniş bölümünü oluşturan Avrupa dışı ülkelerde büyük tepkilere neden olmakta gecikmedi. Çünkü “modern” kelimesi, Avrupalı olmayan diğer dünya halkları için açık bir hakaret anlamı taşıyordu. Bunun farkına varılmasıyla birlikte kelimeye, sözlükteki “yeni” ve “ileri” anlamları öne çıkarılarak bir câzibe kazandırılmaya, “Batı üstünlüğü karşısında Batı-dışının ilkelliği” anlamındaki sertlik yumuşatılmaya ve olumsuz tepkiler törpülenmeye çalışıldı. “Modern” olanın “Avrupalı” olmakla eşanlamlı sayılması anlayışı, dolayısıyla modernliğe ulaşabilmenin ancak Avrupalılaşmakla mümkün olacağı düşüncesi, Avrupalı olmayanların kafasına “yeni” ve “ileri” kelimeleri aracılığıyla sokulmaya çalışıldı. Yeni/ileri-Avrupalı kurgusu büyük bir ustalıkla yapıldığı için, kültürsüzleştirilen çevrelerde yerleştirilen yeni ve ileri olan her şeyin Avrupa’ya ait olduğu aldatmacası pekiştirilerek tartışılmaz hale getirildi.

Kısacası sözlük anlamının (yeni/ileri) çekiciliğinden yararlanılarak ideolojik modernlik, Batılı kuramcılarca, kendilerine ait her şeyin kafalarda ileri ve üstün sayılmasını sağlayacak içeriklerle doldurulmuştur. Wallerstein böylece modernliğin, terim olarak yirminci yüzyılın başlarında en ileri teknolojiyi ifâde eden, teknolojik ilerlemenin ve dolayısıyla sürekli buluşların farazî sonsuzluğuna ilişkin kavramsal bir çerçeveye oturtulduğunu belirtir: “Bu modernlik biçim olarak oldukça maddiydi; uçaklar, klimalar, televizyonlar, bilgisayarlar. Modernliğin bu türü hâlâ cazibesini yitirmemiştir. Kuşkusuz sağlıksız, hatta iğrenç bir şey olduğu için, hız ve çevreyi kontrol etme peşinde koşan bu ebedi arayışı reddettiklerini ileri süren milyonlarca zamane çocuğu olabilir. Fakat Asya ve Afrika’da, Doğu Avrupa ve Latin Amerika’da, Batı Avrupa’nın ve Kuzey Amerika’nın kenar mahalleleri ve azınlık muhitlerinde, bu tür modernlikten tam olarak yararlanmaya can atan milyarlarca –milyonlarca değil, milyarlarca- insan var”[7].

İdeoloji olarak modernlik aynı zamanda, Avrupa’ya özgü olan ve karanlık özelliğiyle fiilen bu kıtada yaşanan Ortaçağ’ı, Avrupa’yı belirleyen bir çağ olmaktan çıkarmayı amaçlar. Sözlük anlamının kelimeye sağladığı câzibe yanında, ideolojik anlamın kurulmasında da önemli işlevi olan Ortaçağ, negatif açıdan modernliğe göz ardı edilemeyecek olumlu katkılar sağlamıştır. Daha sonra da yeri geldikçe üzerinde duracağımız gibi Ortaçağ, bütün olumsuz özellikleriyle modernizm kavramının yüklendiği olumlu çağrışımlara haklılık ve bunun da ötesinde büyük bir görkem kazandırmıştır. Zaten yukarıda verilen “genellikle (ilk ve orta çağa zıt olarak) Orta Çağ’dan sonraki zaman için kullanılır” tanımı da bunu göstermektedir. Bu anlamda kelimenin 1585 gibi erken bir zamanda kullanılmış olması ayrıca dikkat çekicidir.

Modern dönemin başlangıcı kabul edilen Rönesans ya da “Aydınlanma”nın, anlam olarak karanlık Ortaçağ’la bir zıtlık içinde kurgulanması elbette rastlantı değildir. Böylece ustalıklı bir biçimde olumsuz bir dönem, âdeta Avrupalı yapısından uzaklaştırılarak yeniden diriliş (Rönesans) ve Aydınlanma dönemleriyle yer değiştirmiş oluyor. Ortaçağ kendi eseri olduğu halde, modern dönemin başlangıcından daha eskide kaldığı için gelenekselliğe dâhil edilerek âdeta ondan kurtulunmuş oluyor. Bu durum, bir dezavantajın nasıl avantaj haline getirildiğini gözler önüne seriyor. Böylece modern dönemin başlangıcı olarak Aydınlanma, evrensel bir ideal olarak egemenliğini pekiştirmek için Ortaçağ’ı kendi “ötekisi”ne çeviriyor. Avrupa’nın, kimliğini kurarken sık sık bu yola başvurduğunu, yani olumsuz olanı kendi ötekisi haline getirmek suretiyle kendini olumladığını biliyoruz. Nitekim Oryantalizm de bütünüyle, her türlü olumsuzlukların taşıyıcısı olarak bir “öteki” yaratmak ve kendini onun zıddı olarak kurmak amacıyla yine Avrupalılar tarafından icat edilmiş bir ideoloji olarak karşımıza çıkmaktadır. Elbette Ortaçağ’ın katıksız Avrupalı karakteri aynen korunmuş olsaydı, o zaman Avrupa kendi kendini yıkmış olurdu. Böylece daha sonra, Avrupa’ya ait tarih dönemlendirmeleri şablonu bütün insanlığa mal edilerek Avrupa tarihinin küreselleştirilmesi, bu tarih içinde yer alan Ortaçağ’a bütün insanlığın ortak edilmesi ve artık “herkesin” olan bu koyu karanlıktan çıkışın tek yolunun da “modernlik” olarak belirlenmesi mümkün hale gelmiştir. Oysa Avrupa dışında kalan dünyanın ne Ortaçağ gibi bir karanlığı bulunuyordu ve ne de ondan kurtulma diye bir sorunu vardı.

Avrupa’nın yaşadığı Ortaçağ karanlığının haksız olarak bütün insanlığın üzerine yıkılması, bundan çıkışın da ancak Avrupa tarafından gerçekleştirildiği düşüncesinin zihinlere kazınmış olması, başlı başına üzerinde durulması gereken bir sorunsaldır. Wallerstein bu düşüncenin yaratılmasında, modern kavramının olumlu olmaktan çok muhalif olan ikinci çağrışımının kullanıldığını belirtir. Ona göre bu çağrışım, “ileri dönük olmaktan ziyade militan (ve kendini beğenmiş), maddi olmaktan ziyade ideolojik olarak nitelendirilebilirdi. Modern olma, ortaçağ kavramının, dar fikirliliği, dogmatizmi ve hepsinden öte otoritenin kayıtlamalarını cisimleştirdiği bir zıtlık içinde, ortaçağ karşıtı olmayı ifade etmekteydi”[8].

Sorunsalın temelini, katıksız biçimde Avrupa’ya ait olan birbirine zıt iki kavramın, modernizmle onun tam karşıtı olan ortaçağın, olumlu ve olumsuz kategoriler olarak birbirini desteklemek üzere bir araya getirilmesi oluşturmaktadır. Böylece olumsuz kategori de çelişik (paradoksal) olarak olumlu hâle getirilmektedir. Kendi özgün özelliğinin yine kendi karşısına konulamayacağını bilen Avrupa, daha sonra modernizmin tam karşısında yer alan “ortaçağ” yerine, kendi dışındaki dünyayı koydu. Artık zıtlık “kendisi” ve bu yeni “öteki” arasındaki zıtlıktı. Karanlığın yerini “öteki almıştı ve kendisi de aydınlığı temsil ediyordu.

Burada kelimenin ideolojik boyutu içinde iki tür modernliğin, teknoloji modernliği ile özgürleşme modernliğinin iç içe geçtiğine ayrıca dikkat edilmelidir. Birincisi teknolojik ilerlemenin, sürekli buluşların sonsuzluğunu, ikincisi ise kötünün ve bilgisizliğin güçlerine karşı insan özgürlüğünün zaferini temsil edecek biçimde kurgulanmıştır. Aynı zamanda birincisinin ortaya çıkması için gerekli ortamı sağlayan dogmatik, dar fikirli ve otoritenin mutlak bağları altındaki ortaçağ kavramından kurtuluşu simgeleyen bu ikinci modernlik, onu kurgulayanlarca “Teknolojik ilerlemede olduğu kadar kaçınılmaz biçimde ilerlemeci bir yörüngeydi. Ancak insanın doğaya karşı zaferi değildi, daha çok insanlığın kendine karşı ya da ayrıcalıklılara karşı zaferiydi. İzlediği yol entelektüel bir keşif yolu değil, toplumsal çatışma yoluydu. Bu modernlik teknolojinin, dizginsiz Prometheus’un, sınırsız zenginliğin modernliği değildi; daha ziyade özgürleşmenin, gerçek demokrasinin (aristokrasinin ya da en seçkinlerin yönetimi karşısında halkın yönetimi), insan başarısının ve evet, ılımlılığın modernliğiydi. Söz konusu özgürleşme modernliği, kısa ömürlü bir modernlik değil, ebedi bir modernlikti. Bir kez alışıldı mı, bir daha asla bırakılmayacaktı”[9].

Wallerstein, bu iki söylem ve iki modernliğin oldukça farklı, hatta birbirine zıt olmalarına rağmen, aynı zamanda tarihsel olarak derin biçimde birbirlerine sarmalanmış olduğunu, öyle ki bu karışmanın büyük bir kafa karışıklığı, belirsiz sonuçlar ve derin hayal kırıklıkları yarattığını söyler.

 

[1] Leszek Kolakowski, Modernliğin Sonsuz Duruşması, s. 15

[2] C. E. Black, Çağdaşlaşmanın İtici Güçleri, s. 4

[3] Leszek Kolakowski, age., s. 15

[4] Bkz. C. E. Black, age., s. 4

[5] Age, s. 4

[6] Immanuel Wallerstein, Liberalizmden Sonra, s. 123

[7] Age., s. 123-124

[8] Age., s. 124

[9] Age., s. 124