Mevlânâ Hümanist mi?

YÜKSEL KANAR

Bazı sözcükler, sözlük anlamlarının dışında bazı özel anlamlara işaret ederler. Yani rastgele bir kelime olmaktan çıkarak bir kültürün temel taşları olan “kavram” biçimine dönüşürler. Eğer bir kelimenin her kültürde aldığı “özel” anlamı bilmez, onu yerli yerinde kullanmazsak sıkça sözü edilen “kavram kargaşası” içine düşeriz. Bizce Mevlânâ’ya yapılan “hümanist” nitelemesi böyle bir kargaşadan kaynaklanmaktadır. Bunun böyle olduğuna inanmak için Mevlânâ’nın gerçek bir mü’min ve tartışmasız bir İslam aydını hümanizm’in ise Batı düşüncesinin bir kavramı olduğunu bilmek yeter.

Hümanizm kavramı, Batı kültürünün kendi köklerine dönüşünü, yani eski Yunan kültür mirasının yeniden canlandırılması, bilim sanat ve eğitimin skolastikten, kilise otoritesinden kurtarılması düşünüşünü ifade eder. Rönesanstan sonra Bizanslı sanat ve kültür adamlarının İtalya’ya gelişleriyle başlattıkları bu akımın temelinde insanın mutlak olarak yüceltilmesi, Allah ve din inancı da içinde olmak üzere bütün bağlardan kurtarılması, her şeye karşı özgür olması ideali vardır. Feodal baskının sürmesinde önemli rol oynamış olan kilise kaderciliğine bir başkaldırıdır. Hümanizmde insanın biricik hazzı, dünyevî istek ve arzularını her şeye rağmen ve olabildiğince doyurmaktır. İnsanlar arasındaki eşitliği bozan her şey, bu arada din istenmeyen şeylerdir. Çünkü bu düşünüşte insanlar arasındaki eşitsizliği körükleyen etkenler arasında din de vardır. Bu düşünce öylesine ilerilere vardırılmıştır ki, Auguste Comte, ilahi dinler yerine, bütün insanların inanmasını istediği bir “insanlık dini” icat etmiş, bunun ilmihalini bile yazmıştır. Bu hümanizma dininin temel ilkesi ululara ve büyük adamlara ibadettir.

Eski yunan düşüncesindeki Prometheus mitolojisi hümanizmin ve Comte’un hümanizma dininin tipik bir anlatımıdır. Bu mite göre Prometheus, ateşi tanrılardan çalarak insanlara veren kahramandır. Böylece akıl gücü ve yaratıcılık tanrılardan insanlara geçmiş, insan kendi gücünün bilincine varmış ve tanrılara karşı ayaklanmıştır. Artık tanrı insan elinde oyuncaktır.

Belki kendi şartları ve çıkmazları içinde hümanizm, Batının haklı bir saplantısıydı. Nitekim insanın, işlediği ilk suçun cezasını çekmek üzere bu dünya hayatına sürgün edildiğini yayan ve onu bundan dolayı ezen, adeta hiçleştiren Hıristiyanlık, Rönesans’la birlikte uyanan Batının, hesaplaşacağı en yakın muhatap olmuştur. Fakat görüldüğü gibi bütün bunların İslam’la ve müslümanlarla hiçbir ilişkisi yoktur.

Mevlânâ her şeyiyle İslam dinine inanmakta ve onu savunmaktadır: “Ben, gece gündüz, Allah’ın işlerine hayran kalmış, dalmış gitmişim. Kendi varlığımdan bile haberim yok. Varlığımdan bir kıl ucu kadar bile eser kalmadı. Aklım Allah’tan başka hiçbir şeyden agah değil. Gönlümde de Allah’tan başka bir şey yok, canımda da” diyerek Allah’ın varlığı karşısında kendi varlığını bile görmeyen bir insanın “hümanist”liğinden söz etmek bilgisizlikten başka bir şey olamaz.

MEVLÂNÂ, hiç kuşkusuz, insanı sevmekte ve savunmaktadır. Çünkü insan doğrudan doğruya Kur’an’ın biricik muhatabıdır. Ona göre “insan büyük bir şeydir; yaradılış bakımından en son fakat anlam bakımından en üstün” varlıktır. Anlatımını Kur’an’da bulan şekliyle Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. En güzel bir kıvamda, ahsen-i takvim üzere yaratılmıştır. Eşref-i mahlûkattır. Fakat insana bütün bu özelliklerini sağlayan İslam’dır. Yaradılış amacından sapan insan, yine Kur’an’ın nitelemesiyle esfel-i safilin’dedir. Bunlar dünyada kalbleri mühürlü, kulakları sağır ve gözleri kör yaşarlar. Hatta bazıları hayvanlardan bile aşağıdır.

KUR’AN’IN, gerçek bir yorumla bütün insanlara mutlak bir üstünlük tanımayan ve onları ikiye ayıran bu temel tasnifine Mevlânâ da aynen katılır. Zaten “ayırdetme” Mevlânâ düşüncesinin anahtar kavramlarından birisi olarak karşımıza çıkar ki, bu, Kur’an’ın isimlerinden birisi olan ve “iyi ile kötü, doğru ile yanlış arasındaki farkı gösteren” Furkan karşılığıdır. Mevlânâ bu kavramı şöyle açıklar: “İnanmak ayırdetmektir. İnanan gerçekle batılın arasını, yepyeni bir sözle nakledilen sözün arasını ayırdeder, bunları seçer, ayırır. Kimde ayırdediş kabiliyeti yoksa yoksundur o”. Kör insan için renk kavramı yoktur; her şey sonsuz bir karanlıktan ibarettir. Oysa “insanın varlığı bir ormandır… Varlığımızda binlerce kurt, binlerce domuz; temiz, pis; güzel, çirkin binlerce huy var”. Ayırdetme, aynı zamanda bir adalet ilkesidir. İyiyle kötü, güzelle çirkin, zalimle adaletli hiçbir zaman aynı kefeye konulamaz. Eğer bu yapılırsa iyiye, güzele ve adalet sahibine haksızlık olur. “Pislerle temiz şeyler uzlaşamaz ki, zaten böylesi layık da değil” diyen Mevlânâ, Allah’tan ışıklanan ve dolayısıyla Allah’ın seçtiği insanla, “vahyin güzel kokusundan eğrilen, sapıtan” insanları hiçbir zaman bir tutmaz. İnsanlar dış görünüşleri bakımından eşit olabilir, renginden, dilinden ve mevkiinden dolayı kimse aşağılanamaz. Bu bakımdan insanın büyüğü-küçüğü, üstünü-aşağısı, değerlisi-değersizi yoktur. Bu niteliklerini belirleyen asıl cevher insanın içindedir. Gerçek büyüklük, üstünlük ve değer kulluk açısındandır. Kimi insan toprağın bir tozundan bile aşağıdır, kimini de Allah bu kulluk yüzünden yüceltmiştir:

“Allah, toprağa nice tohumlar ekti. İnsan da toprağın bir tozundan ibaretti, onu O yükseltti.”

MEVLÂNÂ’YI hümanist olarak niteleyenlerin büyük bir kısmı, onun insan-ı kamil (yetkin insan) hakkındaki düşüncelerini bütün insanlara teşmil etme yanlışlığına düşenlerdir. Halbuki “İnsan, Allah’tan ışıklanırsa, ancak, Allah onu seçer de, melekler secde ederler ona”. İnsan temelde böyle bir üstünlüğe layık olarak yaratılmıştır. Mevlânâ bizi fıtrata, yani temeldeki bu yaratılış amacına göre yaşamaya ve üstünlüğe ulaşmaya çağırıyor. Bütün eserleri bu çağrıyla doludur baştan sona. İnsanlığa hidayet yolunu açmak için gelen Kur’an’ın ve onu bize tebliğ eden Hz. Muhammed’in (s.a.s) sözlerinin eşsiz bir yorumudur. Fakat insanı layık olduğu makama çağırmak ayrı, herkese aynı derecede ve layık olmadığı mutlak bir üstünlük tanımak ayrıdır.

BÜTÜN bunları söylerken yazımızın başında ifade ettiğimiz gibi “kavram”ların değişik düşüncelerdeki farklı yorumlanışlarını görmezlikten gelmiyoruz. Bizim “insanın kişilik ve değerine duyulan saygı” anlamındaki “hümanizm”e herhangi bir diyeceğimiz yok. İslam’ın temel kaynaklarına uygun bir hümanizma tanımı yapıldığı ve “hümanizm” denildiğinde zihinde hemen İslamî bir insanlık anlayışının canlandırılacağı bir kavrama kimse karşı çıkamaz. Ama bugün için Mevlânâ’nın hümanizmini savunanlar, ne yazık ki Batılı bir anlayış içindedirler.

“Şu gönlüm boş yere hiç titremedi, Allah ışığıdır bu; ne davaya girişmektir, ne laf etmek. İnanmışım, ‘inanan Allah ışığıyla görür’ denmiş ya; o hale gelmişim” diyen bir insanı, özünde Allah ve din inancı bulunmayan “hümanizm”in dar sınırları içerisine sokmak yalnızca dışı, sureti görenlerin işidir. Oysa Mevlânâ onlara şöyle sesleniyor: “Sen baştanbaşa suretten, cisimden ibaretsin. Gel de benim gözümle bir bak!”

MEVLÂNÂ hakkında söz söylemek ihtiyacını duyanlar, onu tanımadan, yaygın olan parça-bölük birkaç sözünden yola çıkarak, hem de başka düşüncelerin etkisinde kalarak değil, bizzat eserlerinden ve kendisi olduğu için araştırmalı, okumalı ve anlamaya bakmalıdır.