Nükleer Kobaylar

YÜKSEL KANAR

Enerji sağlanması konusunda ekonomi dininin putperest şehveti yalnızca yaşayan insanları değil, gelecek 6000 yıl içinde yaşayacak insanların hayatını da hiçe sayıyor. Kaldı ki, bir organizmaya saplanan kurşunlar gibi olan radyasyon parçaları, bir organizma diğerinden beslendikçe gerisin geriye yeni yeni insanlara geçecektir. Yani başlatılan bir devir artık hiç durmamacasına dönüp duracaktır. Radyoaktif artıkların ne yapılacağı başlı başına bir problemdir. Bir zamanlar bunların okyanus derinliklerine dökülebileceği düşünülmüş, hatta 1977 yılında Windecale santralı (İngiltere’ deki bu santralde 1957’de bir yangın çıkmıştı) 1.5 milyon metreküp sıvı artığı, boru hattıyla İrlanda Denizi’ne boşaltmıştı. Oysa daha sonraki araştırmalar, buralarda da canlıların bulunduğunu ve radyoaktif maddelerin biyolojik devreye girerek sonunda insana ulaştığını ortaya koymuştur.

Geçtiğimiz günlerde gazetelerde çıkan bir haberde, ABD’de 1940’ların ortalarından (bu ülkede ilk nükleer santral 1951 ‘de kurulduğuna göre, bundan 11 yıl önce) 1978’lere kadar radyoaktif maddelerin etkilerini araştırmak için çok sayıda -güya 700 kişi- insan üzerinde deneyler yapıldığı bildiriliyor. Doğal çevre içinde ve insan-kobaylardan habersiz yapılan bu vahşet bizi hayrete düşürmemelidir. Çünkü bugün, o zamankinden çok daha tehlikeli bir biçimde bu vahşetin içinde yer almaktayız. Şimdi sınırlı bir insan kesimi değil, tüm insanlar zorunlu birer nükleer kobaydır. Hiç kuşku yok ki, Çernobil’ deki kaza son değil. Daha güvenlikli santraller yapılacak, dolayısıyla bu kadar tedbiri yıkarak gelen kaza da daha korkunç olacaktır. Bu kez bütün bir Ukrayna bölgesi kadar, bir üçüncüde bütün bir Asya kıtası kadar… Bölge insanını doğrudan etkileyemeyeceğini hiç kimse garantileyemez.

      ZATEN ABD’li iki bilgin dünyada mevcut 374 nükleer santralı incelemişler ve her 20 yılda bir bu tür kazaların olabilirliğin! % 95 olarak belirlemişlerdir. Demek ki bundan böyle radyasyonla senli-benli bir hayatın içine girilecek. Bu olabilir rakamların üzerine savaş, deprem gibi olayların eklenmesini de düşünürsek gelecekte hayli güç günler yaşanacak. Eğer ömrümüz olur da görürsek her halde bütün insanların gaz maskeleri ve radyasyon geçirmez tulumları içinde, tepelerinde birer antenle gezdiklerini oldukça tuhaf karşılayacak, o zamanın yaşlı birer insanı olarak çekilmez geri kafalılığımızla(!) bu modayı züppe işi sayacağız; ama yeni doğan çocuklar gözlerini açar açmaz böyle bir “insan tipi”yle karşılaşacakları için, artık onlara göre insan, bu kılığın içindeki insan olacaktır. Filmlerde gördüğümüz uzaylı insan gerçek mi oluyor yoksa?

      BİZDE nükleer enerji, meslekten olmayan geniş yığınları Nisan 1986 tarihinde meydana gelen Çernobil Nükleer Santralindeki kazadan sonra ilgilendirmeye başladı. Burnumuzun hemen dibindeki bu olay korkuya ve paniğe sebep oldu. Sonra hava şartlarındaki iyileşmeleri öğrenerek sevindik. Şimdi bu konu gündemimizin dışına çıktı.

Oysa olay bir trafik kazası değildi ki, geçti ve unuttuk diyelim. Çernobil’den yayılan radyasyon bulutu gökyüzünde yıllarca dolaşacak ve dünyanın herhangi bir bölgesine, herhangi bir zamanda yağmur bulutlarıyla tekrar inecektir. Öyleyse olay yalnızca radyasyonun doğrudan etkisi altında kalanları değil, onların çocuklarını da tehdit ediyor. Radyoaktif elemanları oluşturmasını bilenler, ne yazık ki bunları bir kez oluşturduktan sonra radyoaktivitelerini azaltacak hiçbir şey yapamamaktadırlar. Başlatılan radyasyonun şiddeti ancak zamanla azalmaktadır. Mesela Karbon -14, yaklaşık 6000 yıllık bir yarı ömre sahiptir. Yani başlangıçtaki radyoaktivitesinin yarıya inmesi için 6000 yıla yakın bir sürenin geçmesi gerekir.

      İnsanoğlu tarihin hiçbir döneminde kendi kendisi için bu denli tehlike oluşturmamıştır. Geçmişte yırtıcı hayvanlardan, selden, depremden korkan insan, bu korkusunu aklıyla dengeliyor ve tedbirini alıyordu. Şimdi kendisi gibi insanların ortaya çıkardığı tehlikelerden korkuyor. İşin en kötü yanı, buna karşı alınacak bir tedbiri de yok.

İnsanın kaderi tabiatı tahrip etmek, o eşsiz tabiat dengesini bozmak değildir. Biz de savaştığımız kâinatın bir parçasıyız ve eğer ona karşı bir zafer kazanırsak unutmayalım ki yerimiz yenik düşen taraf olacaktır.